SANAT AKIMLARI
Anlatımcılık
Terimin en geniş anlamıyla, her türlü okul ve üsluptan bağımsız olarak, sanat yapıtında bir düşünceyi ya da bir duyguyu dışa vurma amacını güden sanat eğilimi.Resim alanında olduğu kadar heykelcilik alanında da, figüratif çalışmalarda olduğu kadar soyut çalışmalarda da, anlatımcı doğrultudaki bir yapıtın başlıca özelliği, çarpıcı olma isteğidir.
ESKİ BİR AKIM
Söz konusu tutum çok değişik ülkelerde ve her dönemde benimsenmiştir. Yunan heykel sanatında olduğu kadar, barok dönemdeki İspanyol gizemcilerinde, Caravaggio ve Rembrandt'ta (gölge ve ışık ressamları), XVIII. yy'da Hogarth ve Goya' nın yapıtlarında, bu tutuma raslanır. Flaman ressamlarında da geleneksel olarak, anlatımcı bir, eğilim görülür: Brueghel ve Rubens, Flaman kermeslerindeki halkın sevincini, Bosch da Ortaçağ dünyasının sıkıntılarını bu yolla dile getirdiler. XIX. yy'da Gericault, Victor Hugo (desenleriyle) ve Daumier, gerçek bir anlatımcı olmuşlardır. Günümüzdeyse action painting doğrultusundaki sanatçılar, lirik soyutlamacılar ve hareket sanatı yanlıları, hep aynı doğrultuyu izlemektedirler. Bütün bu söylediklerimize karşın, "anlatımcılık" terimi genellikle, XX. yy. başlarında Almanya'da ortaya çıkan sanat hareketlerini belirtmede kullanılmaktadır.
İNSANOĞLUNUN ACIKLI YALNIZLIĞI
Die Brücke (Köprü) ve Der Blaue Reiter (Mavi Binici) hareketleri, modern dünyada yalnızlığa gömülmüş insanın iç sıkıntısını işledikleri konuları (korku, ölüm, başkaldırma, çılgınlık) temel olarak aldılar. Norveçli Munch ve Flamand Ensor gibi iki önemli ressam, XX. yy. başlarında, Alman sanatçıları tarafından öncü olarak benimsendiler. Çığlık (1893-1895) adlı yapıtı Avrupa anlatımcılığının bildirilerinden biri sayılan Edvvard Munch, garip dünyasını sıkıntılı figürlerle doldurdu (yapıtları modern dünyadaki insanın acıklı yalnızlığını, toplumsal yaşamın ve aşkın boşluğunu yansıtır), James Ensor'sa, iç karartıcı bir mizah anlayışı ve görüntüleri çarpıtarak karikatürleştirme merakıyla, gravürlerinde acımasız bir toplum eleştirisine yöneldi.
DİE BRÜCKE HAREKETİ
1905 yılında, Dresden'de dört Alman öğrenci tarafından başlatılan Die Brücke (Köprü) hareketine, da ha sonra Alman anlatımcılığının en ilgi çekici adları katıldı: Kirchner Heckel; Schmidt-Rottluff; Bleyl Pechstein; vb. Bu ressamlar, özgürlük isteklerini ve yaşama atılımların renkli bir hava içinde açıkladılar ama bu coşkunun altında hep, yaratılarının gerçek gücü olan, gizli bir metafizik tedirginlik yatıyordu. Di( Brücke'nin, dağılmasından sonra ortaya çıkan Der Blaue Reiter (Mav Binici) hareketiyse, tutarlı bir hareket olmaktan çok, XIX.yy'ın son yıllarındaki başlıca akımların sonuçlarını yansıtan bir akımdır (adını 1911 yılında Münih'te çıkan dergiden almıştır). Klee, Kawlensky Kandinsky, Marc,Macke gibi başlıci temsilcileri, ideallerini "gerçek"ten bütünüyle bağımsız olma duygusundan almışlar, böylece yeni soyutlama yollarına ve gerçeküstücülüğe yönelmişlerdir.
FOVİZM
Fransa'da 1905'e doğru, fovizn hareketinin önce, uluslararası anlatımcılık akımının estetik anlayışına bağlandığı görülür: Van Gogh'un renkçiliğini Toulouse-Lautrec'in ve Montmartreli desencilerin anlatımcılık öncesi tutumlarıyla birleştirdiği için, fovizm hareketinin kökeni oldukça karmaşıktır.Başlangıçta, "fovlar" (Marquet, Vlaminck, Van Dongen, Rouault) Matisss'in etkisiyle, bağdaşık bir topluluk oluşturdular; ama bu genç ressamlardan yalnızca Rouault, ömrünün sonuna kadar "fov" estetiğinin savunucularından biri olarak kaldı ve zamanla gerçek bir anlatımcı oldu. Görülmemiş bir ustalıkla, bol boya kullanarak ve şiddetli renklerden yararlanarak yaptığı resimlerinde, toplumdaki haksızlıklara başkaldırışını dile getirdi.
İKİ SAVAŞ ARASI YILLARI
1918 bozgunundan sonra Almanya' da Grosz ve Dix daha çok, toplumsal ve siyasal açıdan güdümlü bir doğrultu benimsediler. iki savaş arasında, Paris okulu içinde, korkunç savaş deneyiminden ve çeşitli yabancı katkılardan etkilenen yeni anlatımcı topluluklar oluştu. Gromaire, Goerg, Picasso (ünlü Guernica tablosuyla) gibi ressamlarda bu tutum, sanatçıların, dönemin güncel yaşamına ve olaylarına karışmalarından kaynaklanıyordu (coşkulu ve acıklı düşünü tek başına izleyen Soutine'inse, sanatçılar arasında ayrı bir yeri vardır). Heykelcilik alanında Barlach ve Lenmbruck, döneme özgü dokunaklılığı benimsediler: onları izleyen Giacometti ve Germaine Richier, aynı garip ve tedirgin edici esin kaynağından yararlandılar.A.B.D'-de anlatımcılık akımı, 1908'de New York'ta kurulan Sekizler topluluğunu büyük ölçüde etkiledi. Latin Amerika'da, Brezilya'da. özellikle de Meksika'daysa, resim sanatının yenilenmesi,anlatımcı eğilimli bir siyasal ateşlilik havasında gerçekleşti.Diego Rivera, Orozco, Siqueiros, büyük boyutlu tablolar, apayrı renklerde dev freskler ve mozaiklerle siyasal tutkularını bütün coşkularıyla dile getirdiler.
ANLATIMCILIK VE SOYUT SANAT
Anlatımcılık, soyut sanatın bazı akımlarını da etkiledi; söz konusu akımların üyeleri, egemen olan soğuk geometri estetiğine karşı çıkmak için. sert bir anlatımcılığı benimsediler. Lirik soyutlama topluluğu içinde yer alan Fautrier, Rehineler adlı yapıtıyla bu yeni akımın ilk örneklerinden birini verdi. Günümüzde, soyut çalışan birçok ressam (Atlan, Hartung, Mathieu, vb.) da sanatlarının öznel, bazen de ruhsal içeriğini vurgulayan anlatımcı çözüm yollarına yönelmişlerdir.
ALMAN ANLATIMCILIĞI
Edebiyatta "anlatımcılık" terimi 1910-1920 yılları arasındaki Alman okulunu belirtir. Sözcülüğünü, Die Aktion (1911), Herwarth Walden'in yönettiği Der Sturm (1910) ve Carl Von Ossietzky'nin yönettiği Die Weltbühne (1918) adlı dergilerin yaptığı anlatımcılık, çeşitli türlerin yanı sıra, belli bir ölçüde romana (Rainer Mariâ Rilke'nin Malte Lqurids Brigge'nin Notları); Alfred Döblin'in Berlin Alexanderplatz'ı, 1929; Hans Henny Jahnn'ın Perrudja'sı 1929; vb.) da yansıdı. Ama özellikle şiirde (Trakl, Heym, Stadler, Benn, Lasker-Schüler) ve tiyatroda etkisini gösterdi: Fritz von Unruh'un Platz'ı (Meydan, 1920); Ernst Toller'in İnsan Kalabalığı (Masse Mench, 1921) ve Hoppla Wir Leben'i (Hayda, Yaşıyoruz, 1927); Georg Kaiser' in Die Koralle (Mercan, 1917). Gas I (Gaz I, 1918), Gas II (Gaz II, 1920) üçlemesi. Ayrıca, Alman anlatımcılığının sinema alanını da büyük ölçüde etkilediğini belirtmek gerekir.
YENİ BİR İNSANLIK ANLAYIŞI
Sırasıyla şiddet ve ölüm özlemi, kesin bir kötümserlik ve tam bir barışseverlik duygularının dile getirildiği bu akımın odak noktasını, 1914-1918 savaşının belirtileri ve sonuçlan oluşturdu. Nietzsche, Freud ve Strindberg'den esinlenen Alman anlatımcıları, öfkeyi dile getirme yolunu benimsediler. Olabilecek bütün karşıtlık etkilerinden (görünüş-gerçek; gölge-ışık; acıklı-gülünç; hayran kalma-alay etme) yararlanarak, yıkımın ya da devrimin coşkunluğunu, yenilginin ve bozgunun düş kırıklığını dile getirdiler. Kant, yaklaşık yüz elli yıl önce, şu soruyu sorarak bir felsefe çağını kapatıp yeni bir felsefe çağını başlatıyordu: Bilgi edinme ne ölçüde olanaklıdır? Alman anlatımcılarıysa, soruyu estetik düzleminde şöyle ele aldılar: Biçimlerin yaratılması ne ölçüde olanaklıdır? İnsan, içinde ne gibi bir sorun, ne gibi şaşırtıcı bir giz taşımaktadır? Bilinçaltını bilinçli kılmayı, yaşantıyı bilim, tutkuyu bilgi, sevgiyi nevroz olarak yeniden kurmayı amaçlayan anlatımcılık, alışılmış değerleri yıkmaya çalışan bir akımdır. Her şeyden önce burjuva rahatlığına ve gerçekçiliğine tepki gösterir; insan kişiliğini en kaba, en karanlık ve en hareketli yanıyla yüceltmeye yönelir. Böylece, düşünce ve eylemi birleştiren,aşkın gerçekçiliği ya da kahramanca gerçekçiliği benimseyen kişi, Faust olmaktan çok, evrensel bir kişi olarak ortaya çıkar.Anlatımcılığın en" şaşırtıcı özelliklerinden biri, dünyayı olumlu yönde değiştirmek için acı çekerek kurtulma ya da intihar ederek var olma düşüncesidir. Bir bakıma Dostoyevski'den esinlenen bu görüş, anlatımcı sanatta sürekli olarak ortaya çıkar.Avrupa uygarlığının geçirdiği derin bunalımı, umutsuzluğa düşmüş bir şiddetle dile getiren Alman anlatımcılığı, kübizm ve gelecekçilik (füturizm) akımlarıyla aynı dönemlerde ortaya çıkmıştır; ayrıca dadacılığın ve gerçeküstücülüğün habercisidir. Yaşamın sunduğu sonsuz teknik olanakları ortaya koyan anlatımcılığın başkaldırısı, Nietzsche, Freud ve Strindberg'in (Rüya Oyunu [Ett Drömspel], 1902) yapıtlarının yarattığı sarsıntıya ve insanlığa hizmet etme geleneğini destansı bir biçimde yeniden canlandırmayı amaçlayan Verhaeren ile Whitman'ın görüşlerine bir yanıttır.
TİYATRO
Anlatımcı tiyatro, ya aile davasını ortaya atarak ya da baba ile oğul arasındaki freudcu çatışmayı yeniden ele alarak, bireyin kökenine inmeye çalışır. Bu tiyatro, tekdüze tumturaklı olmasına karşın, çizdi simgesel görüntülerle ve sürekli artan saplantılarıyla, çökmekte olan uygarlığın en zengin olmasa bile en canlı anlatımıdır. Öncülüğü] Büchner (Woyzeck, 1836), Wed kind (Frühlings Ervvachen [İlkbaharın Uyanışı], 1891) ve Strindberg in yaptıkları anlatımcı tiyatroyu geliştirmiştir.
ŞİİR
Alman anlatımcılığının gerçek temsilcileri, genç yaşta ölen ozanlardır. Bu ozanların ölümüyle, anlatımcıl topluluğu da çok geçmeden dağıldı. Georg Heym boğuldu; Trakl, Krkow yakınlarındaki Grodek savaşından sonra intihar etti; Stadle Stramm, Franz Marc, Macke Sorge aynı savaşta öldüler. Öte yandan, bütünüyle nihilist bir özellik taşıyan dinamizm tutkusu bazı yazarların toplumsal romanlar yazmalarına (Ernst Jünger'in Emekçi, 1932 adlı yapıtı) ya da nasyonal-sosyalizme katılmalarına (He nicke ve Lersch) yol açmış, Ben Kafka, Jahnn, Brecht, Musil gibi yazarlar da, anlatımcılık akımının bazı özelliklerini yapıtlarında kullanmıştır.
ANLATIMCI SİNEMA
Anlatımcı akımla canlanan ve 1920-1930 yılları arasında gelişen Alman sinema okulu, fantastik öğelere yönelmesi, şiddet dolu bir evren yaratması ve çılgınca bir şiirsellik taşımasıyla dikkati çekerAnlatımcılığa, 1914-1918 savaşından önce de, aslında tiyatro yönetmeni olan Max Reinhardt'ın filmlerinde, Paul Wegener'in ve Henrik Gallen'in (Praglı Öğrenci, 1913; Golem, 1914) fantastik filmlerinde yer yer rastlanıyordu. Ama, nihilist dünya görüşü beyazperdeye tam anlamıyla savaş sonrası yıllarında yansıdı.
Anlatımcı edebiyat ve resim gibi, anlatımcı sinema da nesnelliğe bütünüyle karşı çıktı ve yalnızca yönetmenin sanrılarını yansıtmaya çalıştı: Robert Wiene'nin Doktor Caligari'nin Muayenehanesi, Fritz Lang'ın Üç Işık'ı (1921); Wilhelm Murnau'nun Vampir Nosferatu'su (1922); vb. Bu filmler aynı akımın içinde yer almalarına karşın çok değişik eğilimleri yansıtır. Bir mimar olan Lang, filmini dekorların kuruluşu üstüne dayandırır; bir ressam ve ozan olan Murnau ise, vampirin serüvenlerini şaşırtıcı dış uzamlar içinde verir. Alman anlatımcılığının değişmeyen öğelerinden biri, yapıtın tam merkezinde uğursuz bir yaratığın bulunmasıdır. Çaresi bulunmayan bir yazgının ya da paranoya saplantısının simgesi olan bu yaratığın bunaltıcı varlığı, işkence ettiği, ezdiği ya da yok ettiği kişilerin eylemlerine acıklı ve korkunç bir anlam kazandırır: Nosferatu; Üç Işık'taki Ölüm; özellikle de Hitler'in bir öntaslağı gibi görünen Doktor Mabuse (1922, F. Lang). Mumyalar Müzesi ( Paul Leni, 1924) ya da Gölge Oyuncusu (Robinson, 1922) gibi filmlerde anlatımcı sinemanın doğrudan doğruya-tiyatroya ilişkin özelliklerden yararlandığı görülür. Aydınlatma ve çerçeveleme konusunda çok ileri aşamalara götürülmüş araştırmalar, bir tiyatro uzamı ve bir tiyatro oyunu havası veren çeşitli sahnelerin doğmasına yol açmıştır. Dekorun ve oyunun çoğunlukla aşırı derece üsluplaştırılması da, tiyatro anlayışından ve Reinhardt'ın yaklaşımından kaynaklanır. Murnau'ysa, Son Adam (Der Letzte Mann) adlı filminde, bu tiyatro özelliklerinden kurtulmayı başarmıştır: Kameranın olağanüstü bir hareketlilik içinde kullanılarak oyunun kişilerinden biri haline getirilmesi. F. Lang'ın M (1931) filmiyle doruk noktasına ulaşan Alman anlatımcılığının oynadığı rol son derece önemlidir. Çünkü, cinsellik, sadizm, delilik gibi konular ilk kez anlatımcılık yoluyla beyazperdeye aktarılmış ve sinema, tıpkı yazarın kalemi, ressamın fırçası gibi, bir yaratıcının anlatım aracı olabileceğini kanıtlamıştır. Akımın etkilerine Josef Von Sternberg, Stroheim, Orson Welles, John Ford, Alfred Hitchcock, İngmar Bergman gibi önemli film yönetmenlerinde de raslanır.
D Grubu
1933 Eylülünde ressam Nurullah Berk, Abidin Dino, Zeki Faik îzer, Elif Naci, Cemal Tollu ve heykel sanatçısı Zühtü Müridoğlu tarafından İstanbul'da kurulan sanat topluluğu.
Türkiye'de aynı amaçla kurulan sanat topluluklarının dördüncüsü olduğu için, uluslararası alfabenin dördüncü harfini kendine ad olarak seçen D Grubu'nun ilk toplantıları, İstanbul'da Cihangir'de Zeki Faik îzer'in evinde yapıldı; ilk sergiyse 8 Ekim 1933'te Beyoğlu Narmanlı Hanı'nın altındaki Mimoza şapka mağazasında açıldı. Desenlerden oluşan bu sergiyi, ertesi yıl 19 Ocak 1934'te Beyoğlu Halkevi'nin üst kat salonlarında açılan ikinci sergi izledi. Türkiye'de sergilerin parasız gezilmesinde de öncülük yapmış olan D Grubu'nun kurulmasında gözetilen iki temel amaç dışında, belli bir estetiği, eğilimi ya da akımı Türkiye'de yaymak gibi bir ilke söz konusu değildi. Söz konusu temel amaçlardan biri, o sıralarda durgun geçen sanat ortamını canlandırmak, sanata ilgiyi özendirmek, ötekiyse Batı'yı "en az elli yıl geriden izleyen" çağdaş Türk resmine, "yaşayan sanat" doğrultusunda yeni bir atılım kazandırmaktı. Topluluğun gerek kurucu üyelerinden bazıları gerek sonraki yıllarda katılan resamların bir bölümü Müstakiller Grubu'nun içinden gelmekteydiler. Bu nedenle G Grbu’na Türkiye’de İzlenimci akademik estetiğe tepki olarak çıkan hareketin, yani Müstakiller grubunun daha ileri aşamada bir uzantısı göüyle de bakılabilir. D Grubunun kuramcılığını ve sözcülüğünü üstlenmiş olan eleştir men Fikret Adil, D Grubu ve Türkiye'de Resim (1947) adlı kitabında, D Grubu'nu oluşturan ressamları, değişik eğilimlerde olmalarına karş bir araya getiren bağın, Batılı anlamda gerçek sanatı Türkiye' aktarmak görüşü olduğunu belirtmiştir. Halkın, özellikle de genç kuşağın, yıllık D Grubu sergilerine gösterdikleri ilgi de, gene Fikret Adil' göre olumlu bir belirtidir. Söz konusu ilginin basına yansıyan yönüyse daha da dikkat çekici olmuş, topluluğun ilk sergisinden başlayarak, birçok yazarın olumlu ve olumsuz tepkilerini dile getiren yazılar kaleme aldıkları görülmüştür. Böylece, belki de ilk kez aydınlar düzeyinde sanatla ilgili küçük çaplı "kamuoyu" oluşmuş, özellikle yerli ve ulusal sanat, çağdaşlık ve geleneksellik gibi konularda, kavramsal düzeyde ilk tartışma ve çatışmalar su yüzüne çıkmıştır.
D Grubu'nu oluşturan ressamlar, Akademi'de Çallı kuşağının öğrencileri olarak yetişmişlerdi; Avrupa' nın çeşitli sanat merkezlerinde (özellikle Paris'te) Andre Lhote, Ernest Laurent, Grommaire, Leger, Hofmann gibi ressamların atölyelerinde genellikle kübist anlayışa yatkın bir doğrultuda çalışıp yurda döndüklerinde, Çallı kuşağının akademik kökenli izlenimciliğine karşı çıktılar. Bu nedenle, topluluğun ilk sergisine kübist eğilimden hoşnut olmayanlar tepki gösterdiler. Ne var ki D Grubu sanatçıları, yeni çağdaş akımlara ve eğilimlere ilgi gösterirken, sanatın temel değerlerine, klasik düzeydeki temel bilgilerine de saygılı davranmaktan geri kalmıyor, sergilerinde eski ustalardan kopyalara yer veriyorlardı. Sanata akılcı bir yolla bağlanmak, yenilikleri bu yolda denemek, gözledikleri başlıca hedefleri arasındaydı. Grubun "isim babası" Nurullah Berk, karşı çıktıkları şeyin klasisizm değil, doğanın körükörüne taklidine, kopyacılığa dayanan akademicilik olduğunu öne sürmekteydi. Bir yandan gelenekçi formülleri istememek, bir yandan da klasisizme bağlı olmak, aslında bir çelişki değildi. D Grubu'nun genç ressamları, Rönesans ustalarından kopyalar yaparak, araştırma güçlerini temele bağlı değerler çevresinde canlı tutmaya çalışıyorlardı. Topluluğun sergilerinin genellikle konferanslar ve açıklayıcı konuşmalarla başlaması da harekete bir başka canlılık getirmekteydi. İkinci yıldan sonra Grup, Atina, Moskova, Viyana, Bükreş gibi merkezlerde de ortak sergiler düzenledi. 1933-1947 yılları arasında on beş sergi açan (tümü de İstanbul'da) topluluk ressamları için en parlak gösteri, 10 Mayıs 1944'te düzenlenen on birinci sergi oldu: Sergiye, Fransız ressamı Bonnard'ın bir tablosu konmuş, ayrıca Akademi'de resim bölümü şefi olan Fransız Leopold Levy de dört tablosuyla katılmıştı. Ama 1947'deki son sergiden sonra, topluluk üyeleri dağılarak, kendi çizgileri ve kişilikleri doğrultusunda çalışmaya başladılar.
D Grubu, dördüncü sergiyi izleyen yıllarda yeni sanatçıların katılmasıyla kadrosunu genişletmiştir. Bu sanatçıların başlıcaları Bedri Rahmi Eyüboğlu, Turgut Zaim, Halil Dikmen, Eşref Üren, Arif Kaptan, Eren Eyüboğlu, Salih Urallı, Hakkı Anlı, Fahrünnisa Zeyd, Sabri Berkel ve heykel sanatçısı Nusret Suman'dır. Topluluğa, on beşinci sergi nedeniyle en son katılan sanatçıysa Zeki Kocamemi'dir.
Ahmet Muhip Dıranas, Fikret Adil, Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Mazhar Şevket İpşiroğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Suut Kemai Yetkin, Mustafa Sekip Tunç, gibi yazarların D Grubu'nun görüşlerini desteklemelerine karşılık Tahir Onger, Ratip Tahir Burak, Selâmi İzzet Sedes, Refî Cevat Ulunay gibi bazı yazarlar, topluluğu eleştirmişlerdir.
Dadaizm-Dadacılık
Birinci Dünya Savaşı, bütün Avrupa'yı ve çevresini bir yangın yerine çevirdikten sonra, ortadan çekilmişti. Açlık ve perişanlık bütün milletleri sarmış, ekonomik düzen alt-üst olmuştu, Amerika bile bütün dünyaya silâh depoluğu yapmasına rağmen, sonradan ekonomik kriz geçirmeye başlamıştı.Bütün bu çatışmaların ve karışıklıkların içinde, milyonlarca insanın ölmesi, bir maksada bağlı olmayan aile göçleri, servetlerin yok olması, ahlâk kıymetlerinin değişmesi, kutsal inançlardaki sarsıntı, güven bağlarının kopması, çılgınlıkların ve ihtirasların vicdanlarda mahkûm edilmesi, değer verilen ne varsa hepsinin iflâsa doğru gitmesi karşısında toplumlar, şaşkınlık ve ıstırap içinde kalmışlardır.
Bu sebeplerle Birinci Dünya Savaşı'ndan perişan bir durumda çıkan toplumlarda gençlik, büyük bir ümitsizliğe düşmüştü. Hiçbir değere inanmıyorlar, her şeye şüphe içinde bakıyorlardı.1916 yılında, İsviçre'de T. Tzara adındaki Polonyalı bir gencin etrafında toplanan bir gurup, Tzara'nın sözlükten rastgele bulduğu Dada kelimesini, kurmak istedikleri sanat akımına ad olarak verdiler; kurdukları bu sanat akımına Dadaizm dediler. Dadaizm, iki türlü karakter gösterir :
1. Kübizmin bir devamı olması :Dadaizm önceleri kübizmin bir devamı gibi görünmüştür. Tıpkı kübizm gibi, önceleri maddeye karşı koymuş, konunun dış görünüşünü tasvir etmekle yetinmemiş, zihnin geometrisini göstermeye çalışmıştır. Böylece sanatı, eşyanın yüzeyinden kurtarmaya çalışmıştır.Dadaizm, sonradan bu görüş ve düşünüşten birdenbire vazgeçti. Her şeye, ama şeye isyan etmeye başladı.
2. Dadaizm'de şüphecilik :Şüphecilik, olumlu ya da olumsuz hiçbir kesin yargıya varamayan, şüphe içinde kalmayı uygun bulan bir düşünce sistemidir.Dadaizm, etrafta dönüp dolaşan hiçbir şeyin doğruluğuna ve varlığına inanmıyor. Romantizmin de ötesine gerçek, aklın hiçbir değeri olmadığını bağırıp durdu. Birinci Dünya Savaşının arkası sıra doğan hayat şeklinin manasızlığını ve özellikle edebiyat sanatçılarının parıltılı çabalarını mizah yolu ile hiçe saydı. Bütün edebî akımlara güldü.
Edebî sanat anlayışındaki farklı tutumları ve gayretleri mânâsız buldu.Zamanın bir parçası içinde meydana gelmiş psikolojik dengesizliği ve herşeye karşı koymayı bir çaba haline getiren ve Amerika'da bile etkileri görülen Dadiaizm, uzun ömürlü olmamış, doğuşundan altı sene sonra dizlerindeki dermanı kaybetmiştir.Bu böyle olmakla beraber dadaizm, İsviçre, Fransa ve öteki memleketlerde düzenlediği toplantılarla kopardığı yaygara sayesinde, alaylı da olsa bütün sanat âleminin ilgisini üzerine çekebilmiştir. Fakat yaslandığı temel taşları dayanıksız olduğundan çabuk çökmüştür..Dadaizm, tiyatro alanında da uygulanmış, fakat büyük bir başarı sağlayamamıştır.
Resim alanında Sanat ve estetik duygusu olmayan Dadaistlerin, mantıksız konu seçtikleri; kağıt, tahta ve benzeri malzemelerden garip tekniklerle resim yaptıkları görülür. Çocuksu heyecanlarla, her türlü akılcılığa, Avrupa uygarlığına ve savaşa karşı bir protesto hareketidir. Sanata karşı sert tutumları olsa da, bazı sanat akımlarının (Sürrealizm, Soyut Sürrealizm, Pop-Art, Kavramsal Sanat vs.) ortaya çıkmasında elverişli bir ortam hazırlamıştır.
M. Duchamp, J. Arp, M. Ernst, F. Picabîa, M. Ray hareketin önde gelenleridir.
Ekspresyonizm
Empresyonizm, Kübizm, Fütürizm gibi akımlar, her biri başka açılardan birer dünya görüşünü ifadeledikleri halde, asıl anlamları getirdikleri teknik yeniliklerde idi. Oysa Ekspresyonizm, belli bir tekniği değil, özellikle kuzey memleketler sanatçılarına has bir tutumu ifade eder.
Ekspresyonizm resimde lirik, coşkun, kâh karikatürsel olacak kadar eğrilip bükülmüş formların, kâh dramatik bir havaya büründürülmüş bir atmosferin resim plânına geçişidir. Ekspresyonizm için her konu, her tema başlı başına, "egosantrik" bir anlam taşır. Bu akım ötekiler gibi form, biçim güzelliğini kovalamaz ve tablonun renkleri ile çizgileri arasında göze uygun görünecek bir denklik, bir düzen bulma amacını gütmez. Plastik güzellik, bütünlük Ekspresyonistler için bir son, bir finalite değildir. Önemli olan, konuyu, kıvrak, sinirli, biçimleri tırmalayan, sanki anatomi masasında bir bir deşen çizgilerle, disiplinsiz fırça vuruşlarıyla canlandırılan sert, çiğ, yüksek perdelerde haykıran renkleri barıştırmaktır. Bu bakımdan, yukarda da belirttiğimiz gibi. Ekspresyonizm, plastik olmaktan fazla karikatüral bir akım olmuştu. Ama bu karikatüral mübalâğa, güldürücü olmaktan uzak, aksine, çok kere trajik, dramatik idi. Ekspresyonistler kadın vücudunu pervasızca çirkinleştiriyor, insan yüzlerini korkunç, iğrenç ifadeli karnaval maskeleri haline getiriyorlardı. Bu bakımdan Ekspresyonizmi Sürrealizmin korkulu rüyalarına yaklaştırmak mümkündür.
Ekspresyonizmin temelini atan Norveçli ressam Edward Münch'dür. Kierkegaard'ın mariz felsefesine tutkun Münch, 1892 de Berlin'de açtığı bir sergi ile devrin donmuş, akademikleşmiş havasını birdenbire karıştırmıştı. Münch korkulu rüyaları, gece yanlarında haykıran kadın figürlerini, yalnızlığı, ölümü, sonsuzluğa uzanan ıssız yolları, insanlığın acı duygularını tablolarında, çok mariz bir şairanelikle, canlandırıyordu. Yunan - Roma sanatının artık donuklaşmış formüllerini tekrarlayan Kuzey Avrupa çevreleri Münch'ün resim sanatına getirdiği bu bambaşka hava karşısında sarsılmışlardı.
Bu sarsılış, özellikle Almanya, Skandinavya, Hollanda, Belçika gibi memleketler sanatçılarına bir yeniden doğuş, bir Rönesans etkisini verdi. Münch'ün önderliği altında yavaş yavaş gelişen Ekspresyonizm, Kuzey Avrupa sanatının belli başlı bir akımı oldu.
Daha sonraları, Sigmund Freud’un psikanaliz üstüne araştırmaları Ekspresyonistlere etki alanlarını daha da genişletme imkânını sağladı. Freud insan ruhunun derinliklerini, seksüel komplekslerini deşmek istiyordu. Buna paralel bir araştırma resimde mümkün olmamakla beraber Ekspresyonizm, figürlere, yüzlere verdiği korkunç, endişeli, çalkantılı -obsessionel- ifadelerle kendine göre psikanalizdik bir karakter veriyordu. Avusturyalı Oscar Kokoschka'nın tablolarında canlandırdığı yeşil yüzlü garip, çok kere korkunç figürler Freudizm'in sanat planındaki en ilginç örnekleridir.
1928 de Meksika'da başlayan ve günümüze kadar bir çok değerli ressam yetiştiren Meksika ekolünün belli başlı temsilcilerini birer Ekspresyonist olarak ele alabiliriz. Diegog, Rivera, Oroszco, Siqueros, Ruffino Tamayo gibi Meksikalılar, Brezilyalı Segal, Portinari halk kitlelerinin sevgilerini, acılarını, ölümle pençeleşmesini dile getirdiler.
Belçika'da Permeke, Gustave de Smet, Van der Berghe, James Ensor, Almanya'da Emil Nolde, Kirchner, Georges Grosz, Max Beckmann, Hollanda'da Sluyters, Charley, Toorop, Fransa'da Gromaire, Soutine, Georges Rouault bu akımın belli başlı temsilcileridir.
Boyuna görüş, üslûp, teknik değiştiren Pablo Picasso bazı büyük kompozisyonlarında kudretli bir Ekspresyonist olmuştur. Picasso'nun bu stilde vücuda getirdiği en dikkate değer eseri büyük "Guernica" kompozisyonudur. İspanyol sivil savaşının barbarlığını, yırtılıcılığını bu büyük pentüründe dile getiren Picasso Ekspresyonist akımının şaheserini sanat tarihine mal etmiştir.
Empresyonizm (İzlenimcilik)
On dokuzuncu yüzyılda, Delacroix'nın, Corot'nun, Turner'in klâsik paleti bırakarak empresyonizmi, belki farkına varmadan, hazırlamışlardır.Bu hazırlama, dört başı mamur bir ekol halinde 1874 yılında kurulacak, az zamanda resim dünyasını etkisi altında bırakacaktı.
Hepsi 1830 ile 1841 arası doğmuş bir grup genç ressam 1860 yılında Paris'te buluşmuş, yeni bir akımın temellerini atmıştı. Bu ressamlar Claude Monet, Camille Pissaro, Sisley, Guillaumin, Degas, Cezanne, Berthe, Morizot ve Bazille idi.
Genç ressamlar, birlikte çalıştıkları akademilerin öğretim sistemini benimsemiyor, artık eskimiş, devrini kapatmış çalışma metotlarından kaçmak istiyorlardı. Koyu gölgelerle ağırlaşmış çıplak model etütleri, antik heykellerden kopyalar, Rönesans estetiğinin soysuzlaşmış prensipleri yerine; taze, canlı, doğrudan doğruya tabiattan ilham alan resimler yapmak istiyorlardı.
Bu amaçlarına varmak için genç sanatçılar, hocaları Gleyre'e sırt çevirerek sehpalarını nehir kıyılarına, ormanlara, tabiat motiflerine götürdüler ve berrak, şeffaf, gün ışığını canlandıran tablolar meydana getirmek isteği ile çalışmaya başladılar. Böylelikle, birkaç yıl içinde, resim tarihinde eşlerine rastlanmaz, orijinal görüş ve teknikli tablolar meydana gelmiş oldu.
15 Nisan 1874 de genç ressamların kurdukları grup, Nadar fotoğrafhanesinin Capucines bulvarındaki büyük atölyesinde ilk sergisini açtı. Claude Monet'nin teşhir ettiği "Doğan Güneş, Empresyon" adlı tablosu, genç grubun firması oluvermişti. "Empresyon", yani "Tesir-etki-duygu" adı "Charivari" mizah dergisi tarafından alaya alınarak yeni ressamlar "Empresyonist" -Tesirci-Duygucu" olarak isimlendirilmişti. Genç ressamlar bu alaydan gücenecekleri yerde, gerçekten "Duygu, etki peşinde koşmakta olduklarını" söyleyerek mizah dergisinin taktığı bu adı kabul etmişlerdi.
Claude Monet'nin "Doğan Güneş, Empresyon" diye isimlendirdiği, hararetli çekişmelere yol açan tablosu, gerçekten de Empresyonizm akımının bayraktarı olacak kadar devrimci, ihtilâlci bir eserdi.
Claude Monet, bu tabloyu, sabah sisi içinde, Argenteuil'de, Seine Nehri kıyısından yapmıştı. Tabloyu mavi bir buğu kaplıyordu. Uzaktan, mavilikler içinden portakal rengi bir güneş doğuyordu. Tabloda her şey belli belirsizdi. Net, kesin resmedilmiş hiçbir biçim yoktu. Tablo, Claude Monet'nin deyimi ile, "tabiata açılmış bir pencere" idi.
İngiliz ressamı Turner'in bazı eserleri bir yana, resim tarihi böylesine çalışılmış tablo görmemişti o güne kadar. Claude Monet ve arkadaşları biçimlerin, tabiat manzaralarının sertliğini, kesinliğini değil, aksine, tatlılığını, yumuşaklığını canlandırmak istiyorlardı. Gerçekten de tabiatta bütün biçimler hava katları içinde yumuşamış, sanki erimiş gibi değil mi idi? Güneşin doğuşunda, batışında sular, kıyılar, ağaçlar, evler, hattâ insanlar atmosferin kâh mavi, kâh mor, sarı yada turuncu cıvıltısı içinde eriyor, maddelerini yitiriyorlardı. Hele uzaklar, arka plânlar büsbütün siliniyor, hafif, bellisiz buğular halinde eriyorlardı.
Günün her saati başka idi. Klâsik ressamların hiç ilgilenmedikleri bu başkalık, Empresyonist ressamlara boyuna değişen, boyuna yeni âhenklere bürünen bir hayal âleminin kapılarını açıyordu. Orman içleri, nehir kıyıları, köy evlerinin turuncu damları, yelkenliler, havada dalgalanan bayraklar, güneşli pırıltılar içinde gezinen beyaz entarili kadınlar, ekilmiş tarlalar, tabiat ortasında, gün ışığı altında rastlanan bütün bu konular Empresyonist ressamların başlıca temaları idi.
Empresyonistler atölye çalışmalarından kaçınıyorlardı. Atölye ışığında her şey ağırlaşıyor, koyu gölgelere bürünüyordu. Atölye ışığı tabii, normal bir ışık sayılamazdı. Normal ışık, saf, pürüzsüz ışık dışarıda, açık havada idi. Tabloların dışarıda, tabiat konusu karşısında meydana gelmeleri gerekiyordu. Empresyonistlerin atölyesi tabiatın kendisi, nehir kıyısı, ağaç gölgesi, tarla ortası idi.
Empresyonistlerin çalışmaya başladıkları yıllarda bilim, renk fenomenlerini kesin olarak incelemiş, sonuçlandırmış bulunuyordu. Renk üstüne yapılan araştırmalar, Empresyonistler için teknik plânda sağlam bir dayanma alam oldu. Güneş ışığında ne siyah vardı, ne de o güne kadar klâsik ressamların kullandıkları griler, kahverengileri, koyu tonlar, kıymetler. Bundan ötürü, tablolara olanca parlaklıklarını vermek için, eski ressamların paletin deki bütün koyu renkleri atmak, yalnız güneş prizmasındaki altı, yedi rengi kabul etmek gerekti.
Artık, bundan böyle ışıklar; sarı, turuncu, kırmızı, gölgeler mor, mavi olacaktı. Tablo, bir yandan sıcak, bir yandan soğuk renklerin denklendiği parlak, şeffaf, pırıltılı, cıvıltılı, bol ışık veren, güneşi duyuran bir alan olmalı idi. Tabloyu seyredenin gözü kamaşması gerekti.
Claude Monet'nin, Sisley'in, Camille Pissaro'nun. Renoir'ın, Guillaumin'in Bazille'in tabloları bu prensip üstüne kuruldu. Bu prensip uzun yıllar halkça yadırgandı. Halk, deseni kesin olarak sınırlandırılmış, sert renklerden kaçınan, genel olarak siyaha, kahverengine kaçan gölgeli, gerçekçi resimlere alışmıştı. Oysa, Empresyonizm bütün bu akademikleşmiş değerleri bir yana atıyor, seyirciye yepyeni bir dünya açıyordu.
Empresyonist tablolarda desen-çizgi yapısı eski kesinliğini yitirmişti. Biçimler titrek, belirsiz sınırlandırılmıştı. Desen, çizgi yapısının önemi ikinci, üçüncü plâna atılmıştı. Empresyonist tablolarda önemli özellik, gün ışığının parlaklığı, şenliği, cıvıltısı idi. Konu da önemini yitirmişti. Örneğin, Claude Monet, bir tarlaya diktiği şövaleyi yerinden oynatmadan, aynı tabiat parçasına bakarak, onu, günün çeşitli saatlerinde büründüğü renkler içinde yorulmadan, bıkmadan resmedebilirdi. Aynı konu, aynı tabiat parçası sabah, öğle, öğle sonrası ve akşam başka başka âhenklere bürünüyordu. Böylelikle Claude Monet, çalıştığı yerden kalkmadan dört, beş tablo yapmak yeniliğini getiriyordu.
Empresyonistler boyayı tuval üstüne, eski ressamlardan çok değişik bir teknikle sürüyorlardı. Boya karışımlarını azaltmışlardı. Belli bir "ton" u, bir renk kıymetini bulmak amacıyla birbiriyle karıştırılan renklerin -kimyevî barışmazlık yüzünden- sonunda karardığını, şeffaflıklarını yitirdiklerini anlamışlardı. Bu yüzden karışımları azaltmışlar, üçten fazla rengi hamur haline getirmemeye çalışmışlardı. Daha uzağa giderek, renkleri palette karıştırmadan tuval üstüne yan yana sürüyorlardı. Böylelikle karışımı, tabloya uzaktan bakan seyirci gözü yapıyordu. Örneğin, mavi ile sarı karışımından doğacak yeşil, bu renkler tuval üstüne yan yana sürülmekle sağlanabiliyordu. Bu tarz gerek mavinin, gerek yeşilin bütün kıymetleriyle canlı kalmasını, karışarak kirlenmemesini sağlıyordu. Tuval üstündeki yakınlıkları karşılıklı etkiyi doğuruyor, yan yana sürülmüş mavi ile sarı, otomatik olarak yeşil rengi doğuruyordu.
Empresyonist akımını iki yönden ele alabiliriz: Teknik bakımından başardığı devrim, duygu bakımından getirdiği taze hava.
Teknik devrim gerçekten de pek önemli idi. Güneş ışığındaki yedi rengi kullanmakla sağlanan renklilik, parlaklık, klâsik sanatın siyah, kahverengilerini tarihe veriyordu. Empresyonist tablolar "tabiata açılmış birer pencere" gibi aydınlık, ferahtı. Artık ressamlar gece karanlığını hatırlatan ağır, koyu gölgeler vuramazlardı. Empresyonist tablolarda uçuşan turuncu, sarı, mor, mavi renkler güneş aydınlığında kamaşan gözlere tablonun da göz kamaştırıcı olabileceğini gerçekleştiriyordu.
Duygu bakımından Empresyonizm, adamakıllı eskimiş gelenekleri kökünden yıkıyordu. Konu, hele edebî, tarihî yada mitolojik konu ressam için artık önemli değildi. Ressamın başlıca ödevi herhangi bir sahneyi, bir olayı canlandırmak değildi. Bir bakıma insan da resimdeki eski yerini kaybetmişti. İnsan resmi, portresi, çıplak yada giyinik kadın vücudu yerine ele alınan tek konu tabiat idi. Ressamı bundan böyle ilgilendirecek ancak tabiat olacaktı. Hem de açık, pırıltılı, güneşin olanca kuvvetiyle egemen olduğu bir tabiat.
Empresyonist Ressamlar
Claude Monet (1840-1926) — Alfred Sisley (1839 -1898) — Camille Pissaro (1830-1903) — Armand Guillaumin (1841-1927) — Berthe Morizot (1841-1895) — Frederic Bazille (1841-1870).
Paul Cezanne (1839-1906), Edgar Degas (1834-1917), Renoir (1841-1919) gibi üç büyük ressamı da Empresyonist akımın çerçevesi içine almak gerekse de, bunlar kendilerine has özelliklerle yukarıda saydığımız ressamlardan ayrılıyorlardı.
Cezanne, Empresyonizmin prensiplerini kabul etmekle beraber, tablonun biçim ve geometrik yapısını da ele alıyor, böyle yaparken Kübizmin temelini atmış oluyordu. Cezanne'ın tabloları renk bakımından Empresyonist olmakla beraber, desence de sağlamdı. Daha doğrusu, Empresyonistler renklerle eşyanın sınırını, desenini "eritir" iken, Cezanne bu renklerle hem atmosferin titreşimlerini, hem de eşyanın arkitektüral yapısını ifade etmek istemişti.
Renoir manzara ressamı değildi, figür, portre, kompozisyon ressamı idi. Tabiat onun resimlerinde figürlere ekli bir dekordu. Renoir'a göre, ideal konu kadın vücudu idi. Kadın vücudunu ifade için bu ressamın Empresyonist kurallardan uzaklaşarak klâsik resmin geleneklerine yaklaşması gerekti. Ama Renoir, örneğin Venedikli ressamlara benzerliğini, Empresyonist paletten fedakarlıkla elde etmemiş, renk titreşimini figür ve portre tarzlarında tatbik etmek ustalığını göstermiştir.
Degas, pastellerinde Empresyonistti, ama boyalarında, hele tiyatro, bale, at yarışları gibi konularda geleneğe bağlanabilirdi. Ne var ki, Degas, kompozisyon kurmada büyük yenilikler getirmişti. Kendinden önceki hiçbir ressamın gösteremediği bir cesaretle ancak fotoğraf enstantanelerinde görülen hareket canlılığını tablolarına aktarıyor, tablo çerçevesinin dört yanını fotoğraf makinesinin objektifi gibi kullanarak resmetmek istediği konunun en önemli parçalarını alarak kalanını sanki kırpıyor, harcıyordu.
Fovizm
"Modern Sanat Sözlüğü" Fovizmin tarifine şöyle başlar: "Saf renklerin alabildiklerine gelişmesi, açılması temeline dayanan Fovizm, XX. i yüzyılın ilk sanat devrimidir. Fovizm, programı, teorileri ile bir "ekol", kesin bir akım değil, birkaç ressamın birleşmesi, eşit kaygılarla çalışmasından doğmuş bir harekettir."
Gerçek bu olmakla beraber, Fovizm'i, Empresyonizm ve Neo-Empresyonizm akımlarının bir sonucu, normal bir devamı olarak ele almak gerekir. Bu iki ekol, önceden de gördüğümüz gibi, renk teorilerini, bilimin renk üstündeki son buluşlarını kullanarak onları resim plânına aktarmış, rengi, hiçbir sanat çağının görmediği parlaklığa yükseltmişlerdi. Tablo onlarla ancak renkle, rengin bahşettiği zenginlikle yaşıyordu.
Fovizm, Empresyonizm ve Neo-Empresyonizm'in sağladığı renk egemenliğini sınırsız ve sistemsiz denecek bir coşkunlukla kullandı. Renk "lirizması", renk coşkunluğu bu akımla son basamağına çıkmış bulundu.
1905 yılının "Sonbahar Sergisi"nde Henri Matisse'in etrafına toplanan bir grup genç ressam, eserlerini bir salonda toplamış, Fovizm akımının ilk gösterisini böylece düzenlemişlerdi.
Fauve, Fransızca'da "yırtıcı hayvan" anlamına gelir. Fovizm'i de "yırtıcılık" diye çevirebiliriz. Bu isim, yeni ressamlara, 1906 sergisinde, sanat eleştirmecisi Louis Vauxcelles tarafından verilmişti. Genç ressamların çok şiddetli renklerle örtülü tablolarının bulunduğu salonun ortasında bir heykeltıraşın ölçülü, klâsik bir eserini gören Vauxcelles, "Bu Donatello'nun -bir Rönesans heykelcisi- bu aslanlar, kaplanlar, yırtıcı hayvanların arasında ne işi var?" diye bir nükte atmıştı. Pek beğenilen bu "yırtıcı hayvanlar" adı ressamlarca da kabul edildi ve Fovizm, yırtıcı hayvanlık Matisse ve arkadaşlarının firması oldu.
Fovistler renk taşkınlığına sınır bilmiyorlardı. Henri Matisse, Andre Derain, Vlaminck, Camoin, Manguin, Friesz ve Raoul Dufy o güne kadar hiçbir ressamın uygulamaya cesaret etmediği aşırı renk âhenklerini başarıyorlardı. Örneğin, güneş batışını tasvir eden bir tabloda ağaç kütükleri düpedüz kırmızı, yada turuncu, karşı dağlar masmavi, yada mordu. Yer kanarya sarısı, yapraklar çiğ yeşildi. Resimde iki renk kıymetini birbirine bağlayan "geçiş renkleri" denilen griler, sönük kıymetler genç ressamların tablolarında hemen hemen yok denilecek kadar azdı. Her tablo, asılı bulunduğu duvarda, bir renk bombası şiddetiyle patlıyor, birbirine zıt, karşıt renkleriyle gözleri sanki hırpalıyordu.
Fovizm, resim dünyasında bir an parlayıp çabuk sönen, ama yüzyılımızın başında değerli eserler vererek yeni yollar açan bir "havaî fişek" gibi oldu. Zamanla Fov'lar, teker teker başlangıçtaki heyecanlarını yitirdiler, kişiliklerine büründüler. Henri Matisse Doğu minyatürlerini inceleyerek bilinen üslûbuna kavuştu. Andre Derain klâsik geleneklere saplandı, kara, koyu renkli paleti benimsedi, renk cümbüşünden vazgeçti. İlkin ateşli birer "yırtıcı hayvan" olan Marquet, Friesz, Braue, Rouault, Van Dongen ve başkaları daha mülayim, daha ölçülü renk âhenklerine döndüler.
Fovizm'in ilk temsilcileri
— Henri Matisse (1869-1957) — Andre Derain (1880-1957) — Georges Braque (1882-1963) — Van Dongen (1877- ) — Albert Marquet (1875-1947) — Georges Rouault (1871-1958) — Othon Friesz (1879-1949) — Maurice de Vlaminck (1876-1959).
Fütürizm
Fütürizm yüzde yüz bir İtalyan akımıdır. 1909 yılında ünlü İtalyan yazar ve şairi Tommaso Marinetti, Le Figaro gazetesinde Fütürist akımın programını, prensiplerini, "manifesto" sunu yayımlamış, İtalya'nın ve Fransa'nın sanat çevrelerinin dikkatini üstüne çekmişti. Fütrizmi edebiyata uygulamaya çalışanların başında, Marinetti gelir. Fakat fütürizm kuvvetli şairler yetiştirmemiş, kurucuları bile sonradan kübizme dönmüşlerdir.
XX. yüz yılın başlarında, büyük siyasî ve askerî olaylar meydana gelmiştir. Bunların sonucu olarak toplumlar, çok acı sosyal dertlerle karşılaşmışlardır. İnsanlar ya şaşkına dönmüş, ya da dünyaya yeni bir yön vermek için, hummalı bir çalışmaya koyulmuşlardır. Gerçek olan bir şey varsa, makina, ekonomik hayata tam güçle girmiş; fabrika gürültüleri bütün dünyayı sarmaya başlamıştır. Böylece insan emeğinin ağır adımları yanında, baş döndürücü bir sürat meydana gelmiştir. Her şey bir dinamizme bağlanmıştır. Bu sürat karşısında sanatçı da kendinde bir hız bulmuş, tablosunu veya şiirini bu dinamizme uydurmak ihtiyacını duymuştur.
Fütürizm, geçmişin durgun davranışına düşman kesilmiş ve onun belli ve kuralcı alışkanlıklarını beğenmez olmuştur. Fütürizm, içinde bulunduğu: zamanın ve hattâ geleceğin dinamizmine yönelmiş, bu dinamizmin gürültüsünü ve hızını eserlerinde duyurmaya çaışmıştır. Böylece mısralarınm ses örgüsünde makina ve çark seslerini duyurmaya, ruhta bir dinamo gücü meydana getirmeye çalışmışlardır. Sürat ve demir-çelik sesi, şiirde duygu yönünü zayıflatmış, insanın nabzına âdeta bir demir serliği verme çabasına düşmütür.
Fütürizmin babası F. T. Marinetti 1876 da Mısırda doğmuştu. Paris'teki Sorbonne Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde okumuş, 1909 dan sonra yazı ve piyesleri ile yazı dünyasında tanınmaya başlamıştı. Marinetti 1910 da Milano'da üç İtalyan ressamı, Carlo Carra, Umberto Boccioni ve Luigi Russolo ile tanışarak Fütürizm'in temellerini kurdu. Az sonra binlerce sayı basılan "Fütürizmin Manifestosu" İtalya'da dağıtılıyordu.
Fütürizm'in kurucularına bir süre sonra Giacomo Balla ve Gino Severini de katıldılar. İkinci baskısı dağıtılıp çarçabuk tükenen Manifesto Fütürizm'in kuramını Fransa ve İtalya sanat dünyasına bildiriyordu.
Az zaman içinde Batı dünyasında tepkiler uyandırmış olmakla beraber, Fütürizm hareketinin özellikle o devir İtalya'sının koşulları göz önünde tutularak doğduğu şüphesizdir. Marinetti ve arkadaşları, on sekizinci yüzyıldan o güne, durgunluk içinde bulunan İtalyan sanatını, hareketli, dinamik bir sanat akımı yoluyla kamçılamak, ona yeni canlılık, hamle kuvveti vermek istemişlerdi. Geleneklerine bağlı yorgun, cansız İtalya'ya yeni bir entelektüel canlılık vermek, onu çağdaş espriye yaklaştırmak Batı dünyası içinde kaybetmiş olduğu sanat ve fikir prestijini iade demekti.
Bu bakımdan Fütürizm, yalnız bir sanat akımı değil, sosyal önemi, anlamı olan bir hareket genişliğine erişiyordu.Fütürizm'in çıktığı yıllarda Kübizm yayılmaya başlamıştı. Fütürist'ler Picasso, Braque gibi Kübistlerin araştırmalarından faydalanmakla beraber, resim plânında yeni buluşlarla meydana çıkıyorlardı. Gerçekten de Marinetti ve arkadaşlarının ileri sürdükleri prensibin çağdaş sanat tarihinde benzeri yoktu.
Fütüristler, dinamizm, canlılık, faaliyet, ileri atılış, hamle demekti. Adından da bu anlam çıkıyordu. "Fütur", "Îstikbal-Gelecek" demekti. Fütürizm, dünden adamakıllı ayrılmış, bugünün üstünden de atlayarak gözlerini geleceğe, geleceğin dinamik varlığına dikmişti. Prensibi hareket, durmadan, dinlenmeden hareket, çaba, çalışma idi. Bundan ötürü Fütürizm, seçtiği teknikte statik, hareketsiz olamazdı. Meydana getirilecek eserler, seyirci duygusunda bir makinenin, bir motorun, bir çarkın durmadan çalışmasına benzer bir hareket etkisi uyandırması gerekti.
Fütürist resimler, resmedilen konunun "an"ını, plâstik durgunluğunu değil, bir durumdan bir başka duruma geçişini sembolleştirecekti. Onun için Fütürist'ler, çokluk hareketli konular seçiyorlardı: Dansözler, balolar, karnaval sahneleri, fırtınalı denizler, fabrika, motor, son hızla yürüyen otomobil, uçak gibi mekanik araçlar, hep değişen, baş döndürücü bir tempo içinde hamle eden, dönen, boşluk içinde yer değiştiren temalar.
Fütürizm, hareketi ifade için, o güne kadar uygulanmayan bir teknik kullanıyordu. Kübizm de obje'yi -eşyayı parçalamıştı, ama statik, hareketsiz sonuçlara varmak amacı ile parçalamıştı. Kübizm'in eşyayı parçalayışı, örneğin bir bardağı, bir şişeyi, yada bir insan yüzünü bütün plânları içinde- önünü, yanlarını, hattâ arkasını- göstermek amacını güden bir parçalayış idi. Kübizm eşyanın ağırlığını sembolize etmek istiyordu.
Fütürizm'in eşyayı parçalayışı, konfeti pullarını andırır küçücük bölümlere bölüşü eşyanın, yada insan, makinelerin bir andan bir başka âna geçişini göstermek içindi. Pek çabuk hareketlenen bir insan, yada bir cisim, varlık çizgilerini hava içinde eritir ve gözlerimiz onun yapısını fark edemez. Pek çabuk hareketlenen cisim parçalanmış moleküller halindedir sanki. Bu bilimsel gerçek Fütürist'lerin tekniğini etkilendirmişti. Pek çabuk ileriye doğru hareketlenen bir lokomotifin gövdesi, tekerlekleri, çıkardığı duman hayal gibi belirir. Çılgın bir tempo ile raks eden, fır dönen dansözlerin vücut ve bacak hareketleri boşluk içinde arabeskler çizer.
Fütüristler bu belirtileri, bu hareketleri, bu arabeskleri resmettiler. Getirdikleri bu yenilik, özellikle İtalya'da, Marinetti ve arkadaşlarının kovaladıkları amaca vardı: Gerçekçi gelenekle bağlı İtalyan sanat dünyasında kıpırdanma belirdi. Yeni, dünya çapında bir akımın öncüsü olmak kıvancı ile İtalya ressamları kendilerini daha atılgan, daha ileri sanat şekillerine vermeye başladılar.
1914-18 dünya savaşı ile Fütürizm hızını yitirmiş bulundu. Fütürizmin hızını kaybetmesi, kurucusu Marinetti'yi prensiplerinden vazgeçirmemişti. Bir ara Mussolini, Fütürizmle ilgilenmişti. Onun dinamik prensipleri, kurmak istediği yarının İtalya'sı havası ile barışabilirdi. Ama sonraları Faşizm, doğrudan doğruya gerçekçi, İtalyan milletinin kahramanlık duygularını kamçılayan bir sanatı savunmaya başladı. Fütürizm, soyut, ancak aydınlara seslenebilen bir sanat akımı idi.
Fütürist ressamlar
Carlo Carra (1881) - Umberto Boccioni (1882 -1916) - Giacomo Balla (1871-1954) - Gino Severini (1883) - Luigi Russolo, Enrico Prampolini, Ardengi Soffici v.s.
Hümanizm
14. YY başlarında İtalya da doğmuştur. Eski uygarlıların (yunan-Latin) ve eski eserlerin ortaya çıkarılmasını ve incelenmesini amaçlamıştır. İnsanlığın kendini yeniden buluşu özünü keşfedişidir. Tarihte profesyonel yazar kişiliği ilk defa bu akımla ortaya çıkmıştır. Hümanizm insani konularda doğaüstü inanışların hocalığını açıkça reddeder; fakat bunun yanında inançların kendisini hedef almaz. Genelde Ateizm ve Agnostisizm ile bütünleşebilir ama hümanist anlayış bunlara içkin değildir. Hümanizm bu tür doğaüstü güçlerin varlığıyla ilgilenmeyen etik tabanlı bir görüştür. Seküler bir hayat duruşu ilkesi ve her otorite karşısında insanı özgürleştirme çabası hümanizmin amacıdır.
Hümanizme göre doğruyu bulmak insanın bir yetisidir. Fakat doğruyu bulma yönteminde gizemcilik, mistisizm, gelenek ve bunlar gibi genel geçer kanıtlarla ve mantıkla bütünleşmeyen yöntemler izlenemez. Gerçeğe duyulan bu arzu, gözü kapalı kabullenimlerle değil, bilimsel şüphecilik ve bilimsel yöntemle doyurulmalıdır. Otoriteyi ve aşırı şüpheciliği de reddederken, kaderin olaylar üzerindeki etkisini kabul etmez. Doğrunun ve yanlışın bilgisine kişisel ve ortak bilincin en doğru biçimde algılanmasıyla ulaşılabileceğini savunur.
Bunun yanısıra humanism insanın tüm diğer canlı türlerinden daha özel olduğu düşüncesini reddeder. Hümanist filozof Peter Singer “Birçok istisna olmasına rağmen, hümanistlerin çoğu kendilerini en büyük dogmadan özgürleştiremiyor… önyargılı türcülük… Hümanistler diğer canlı türlerine karşı düşüncesizce istismarlara karşı durmalıdır.” diyerek hümanizmin doğalcılığını ve hayvanseverliğini belirtmiştir. Bizim diğer canlıların üzerinde tanrı-vergisi bir hüküm hakkımız olmadığını ekler.
Hümanizm insanın kapasitesine iyimser yaklaşır, bunun yanısıra insan doğasının tümüyle iyi ya da tüm insanların hümanizmin savunduğu ussalcı ve manevi değerlere ulaşabileceğini savunmaz. Bu hedef birey için azim ve diğerlerinin yardımını gerektirir. İnsanın gelişimidir hümanizmin ereği, bütün insanlar için hayatı daha iyi yapmak. Hümanizm güzel şeyler yapmaya, şimdi ve burada iyi yaşamaya ve geleceğe daha iyi bir dünya bırakmaya yoğunlaşır, sonraki hayatta ödüllendirilmek üzere hayat boyu acı çekmeye değil.
Hümanizm Rönesansa, İslamiyetin Altın Çağı’na ve Antik Yunan kalıntılarına dayandırılabilir ve hatta humanist düşünce Buddha ve Konfüçyüs’te de görülebilir. Bunun yanında humanism terimi daha çok batı felsefesiyle bağlaşıktır. Hümanizm terimi 19. yüzyılın başlarında, 15. yüzyıl İtalya’sında klasik edebiyatla ilgilenen kimseler için söylenen umanista sözcüğünden kökenlenir.
Klasizm
Klasizim, kelime anlamı bakımından, kuralcı sistem demektir. Fakat edebî akım olarak tariflemek gerekirse, iki şekilde tanıtmak mümkündür :
1. Klasizim, bir milletin kendi öz dilinde meydana gelen ve zamana dayanabilen, modaya göre degişmiyen edebî eserlerin bağlı bulunduğu akımdır.
2. XVII. Asır Fransa'sının Boileau, Moliere, La Fontene, La Buriyere, Racine, Bosuet, Madam De La Fayette gibi sanatçılarının temsil ettikleri belli kurallara dayanan bir edebî akımdır. Buna, «1660 ekolü» de denir.Klasizmin doğuş sebebini bilmedikçe, onun ölçülerini kavramak mümkün değildir.
Avrupa'da yeniden doğuş anlamına gelen rönesans; devinmesiyle Hümmanîzm denen bir akım, sanatçıların sinir sistemini sarsmıya başlamıştı. Hümanizm, eski Yunan ve Lâtin edebiyatına eğilim hareketidir. Bu eğilimin takıldığı sorun şu idi:Acaba, milâttan önce gelip-geçmiş bu Yunan ve Lâtin sanatçılarının eserlerinde, zamanımız insanlarının içini burkan onların gözlerini yaşartan, onları düşüncenin dönemeçlerine düşüren sır nedir? Neden o eserleri binlerce sene önce meydan tiyatrolarında seyreden insanlann heyecanıyla, aynı eser leri okuyan, ya da modern sahnelerde seyreden bugünki insanlann heyecanı arasında bir fark yoktur?Bu sorulara, klasizmin temelini kuran şu üç esasa bağlı bir karşılık bulunmuştur :
1. Bu eserlerin konuları tabiata uygundur.2. Davranışlar, aklın denetimine bağlıdır.3. Konulan gerçektir.
1. Konunun tabiata uygunluğu :Konunun tabiata uygunluğunu alıyabilmek için, önce klasizme göre Tabiat'ın ne olduğunu kavrıyalım :Klasizme göre tabiat, dış âlemde gördüğümüz, belli bir estetiğe ve ahenge bağlı olan dağ, su, ağaç, hayvan, eşya gibi varlıkların meydana getirdikleri düzen değildir. Bu büyük tabiat, klasik sanatçıları hiç ilgilendirmemiştir. Yani dış tabiatı eserlerinin dekoruna sokmamışlar, eserlerinin çatısında ona yer vermemişlerdir.Bu sanatçılar, tabiat (olarak insanın iç yapısını ele almışlardır. Çünkü sürekli olan tabiat bu tabiattır. Onlara göre dış tabiat sahtedir. Onun içinde meydana gelen olayların hepsi gelip geçicidir. Şimdi olan, biraz sonra yoktur. Yok olan şeyde de süreklilik ,ve değişmezlik aranmaz. Ağaç şimdi yeşil, sonra çıplak; hava şimdi soğukken biraz sonra sıcaktır. Halbuki insan tabiatında süreklilik ve değişmezlik başta gelir.İnsan tabiatında fikir ve duygulardan gelen iki türlü davranış vardır. Bunlardan birisi aklın denetimine bağlı olan davranışlar; öteki de bu denetlemenin dışında kalan, içgüdüye bağlı olan davranışlardır.
2. Davranışların, aklın denetimine bağlı olmaları :Duyguların bir kısmı, aklın denetimi altında, bir çokları da bu denetimin dışında kalırlar.Akim denetiminden, yani iradenin baskısından kurtulan davranışlar, insanı alçaltan, küçülten, onun yüceliğini ortadan kaldıran hayvansal duyguların hisleriyle meydana gelen davranışlardır. Bu çeşit içgüdü verileri hayvanlarda da vardır. Böylesi davranışlar insanda ve hayvanda birbirinin benzeridirler.Buna karşılık insan, bazı davranışlarını, sağduyusu yardımıyla denetleme altına alabilir. Ancak bu çeşit davranışlar insanlığı kurtarabilir.Hayvansal duygularımız yani ihtiraslarımız, iştahlarımız olmasa da biz insanız. Fakat aklın denetlediği, yani sağduyuya bağlı olan davranışlarımız lortadan kalkınca, insan olmaktan çıkar hayvanı aşarız. Bu bakımdan içgüdüye bağlı davranışları sanata sokmak doğru değildir. Çünkü bu davranışlarda değişmezlik yoktur. Midenin acıkması gibi gelip geçicidirler. Mide doldurulunca, onu dolduran yiyeceğe karşı önceden duyulan iştah ve istek ortadan kalkar. Demek ki bu çeşit isteklerimizde süreklilik ve değişmezlik yoktur. Bunun için de bayağıdırlar. Bayağı şeylerin sanata girmeleri doğru olamaz.Klasiklere göre, insanın yarattığı aksiyonlardaki çirkinlikler ve kötülükler, içgüdülerden gelir. Eğer bu çirkinliklerin, sanata getirilmelerinde bir zorun olursa, bunları, ancak insanlık değerlerinin ayarlarını yükseltmek için, ibret levhası olarak getirmelidir. Örneğin bir kralın insanlık şerefini zedeleyen baskısını, eziyet ve işkencelerini hicvetmek, ya da kamu oyuna göstermek maksadıyla böyle bir yola gidilebilir.Fakat bu da, aksiyonları duyumlardan sıyırmak, sağduyuya teslim etmek şartıyla yapılabilir. Olaylara bu nitelik verilmezse, trajedinin o sahnesi, klasik doktrine aykırı düşer. Çünkü hayvanı sahneye çıkarmak, klasizme göre mümkün değildir. Şekil bakımından bu böyle olmakla beraber, içgüdü çıkışlarını sahneye dökmek, orada hayvanı yaşatmak demektir.Bu açıklamalardan şu çıkıyor : Akıl adı altında bir bütünlük meydana getiren sağduyu (mantık) ve iradenin firenleyemediği davranışlar, sanata konu olamıyorlar. Buna karşılık iradenin baskısı altında kalan ve herkes tarafından bilinen genel ve değişmez davranışlar sanata girebiliyorlar.
3. Konuların gerçek olmaları :Klazisim, hayale hiç önem vermemiştir. Çünkü hayal, aldatıcı ve sahte bir karaktere sahiptir. Hayal gerçeğin tam tersidir. Hayal, olmuş şeyin üzerinde durmaz; fakat şeyin, olmasını ister.Asıllarında süreklilik ve değişmezlik olmayan şeyler, gerçek değildir. Gerçek olan şey değişmez, herkes tarafından görülür ve bilinir, her zaman varlığını gösterir.Sanatçı, konusunu seçerken, insan tabiatındaki süreklilik, değişmezlik ve genellik karakteri taşıyan ve bütün insanlarda ortak olarak bulunan davranışlara doğru eğilmelidir. Bütün insanlardaki ortak davranışlar, zaman ve yere bağlı olarak değişmedikleri için, sürekli ve gerçektirler. Tarihteki aksiyonların birçoğu, bir zaman parçası içinde meydana gelmiş fakat bir daha görünmemek üzere kaybolmuşlardır. Çünkü bu olayların birçoğu, sayduyunun verisi değildir. İnsandaki değişmez değerle ilişkileri yoktur. Tarihteki bütün zulümler, maceralar, şaşaa ve debdebeler, harpler birer ihtirasın eseridir. Bunların çoğu, irademin denetimine bağlı olan davranışlara dayanmazlar.Buna karşılık Tanrı düşüncesi bakımından, bütün insanlardaki iman ve inancın şiddeti, karakteri aynıdır. Tanrı kavramında değişiklik olsa bile, inancın karakterinde bir başkalık olmamıştır, işte hakikat olan şeyler, bu değişmeyen değerlerdir.Körlük, topallık gibi insanın dış yapısında görülen bozukluklar, vücudun yapısındaki dengenin ve estetiğin özüne bağlı nitelikler değildir. Bu böyle olmakla beraber delilik, sadislik ve manyaklık gibi ruhsal bozukluklar, insan tabiatının gerçek yapısına aykırıdır. Bu bakımdan bir kimsenin topallığı, bütün insanların tımarhanelere dolmalarını gerektirmez. Bu çeşit bozukluk ve sakatlıklar, insan tabiatına ve vücut yapısına aykırı düştükleri için sanata giremezler.Modaya ve âdete bağlı olan davranışlar da sanata giremez. Çünkü bunlar gerçekle ilişikli olmayan geçici şeylerdir.Bu bakımdan modanın giyimleri ve eşyalarını sahneye getirip eserin özünü, bu eşya yığını arasında kaybetmek doğru değildir.Eşyanın ve giyimin modası olduğu gibi, fikirlerin de modası vardır. Böylesi fikirler, süreklilik ve değişmezlik göstermezler. Bu çeşit fikirleri sanata getirmenin faydası yoktur. Çünkü böylesi fikirler, kendi modalarıyla birlikte eserin de ortadan kalkmasına sebep olurlar.
Bu açıklamalar şunu gösteriyor ki genel, değişmez ve sürekli olan şeyler gerçektir; böyle olmayanların gerçekle ilişkileri yoktur.Klasizmi daha iyi kavrayabilmek için zaman, yer (mekân) konu birliği prensibini de bilmek gerektir. Klasizmde bu üç prensibe üç birlik prensibi denir.
Klasizmde bu birliğin büyük bir önemi vardır. Klasizme göre, uzun bir zaman içinde akıp giden bir olayı, iki üç saatte seyrediliverecek bir trajedinin içine sıkıştırmak mümkün değildir. Bu böyleyken, olayın geçtiği yeri, bütün ayrıntıları ve incelikleriyle sahneye oturtmak da imkânsızdır. Bu duruma göre, olayın meydana geliş sırasındaki yere ve zamana önem vermeye lüzum yoktur.Zaten klasik sanatçılar, insanın etini ve kemiğini bir kenara bırakıp onu, sadece bir ruh olarak düşündükleri için, değişmez ve genel olan bu ruh, zamanın her parçası içinde vardır. Çünkü o, zaman ve yere göre şekil almamaktadır. Her zaman ve her yerde aynıdır.Klasik eserlerin korkuları da çok basit olmalıdır. Bir konuyu bütün parçalarıyla ele almak, yani konuyu dağıtmak eserin zayıflamasına sebep olur. Her konunun bir merkezi vardır. Sanatçı, bu merkeze girmeli, konunun kenarlarına dokunmamalıdır.Bir trajedinin zamanı ve yeri konusunun basitliğine bağlı kalmalıdır. Öyle ki konu, günlere, aylara ve senelere dağılan bir genişlikte değil, iki üç saatlik bir zaman süresi içinde olup biten cinsten olmalıdır. işte klasizmde, konunun basitliği ve zamanla yerin önem taşımaması ve üçünün arasında bir birliğin bulunmaması şartı, hatırdan çıkarılmayacak bir prensiptir.Klasizmin şimdiye kadar anlatılan nitelikleri yanında şu noktaların da bilinmesi lâzımdır :
a) Klasizmde karakter değil, tîp esastır : Yukarıda da söylendiği gibi, insanın dış yapısı, yani et ve kemik kısmı, klasizmi hiç ilgilendirmez. Onun içindir ki dış portreye Önem verilmemiştir. Bir kimsenin kellik, körlük topallık, kamburluk v.b. gibi insan vücudunun dengesine aykırı düşen sakat, bozuk ve çirkin yapılışları, klasik eserlere bir tasvirle giremezler. Bu böyle olduğu gibi, birtakım ruhsal bozuklukların da klasik eserlerde yerleri yoktur.Klasizm insanı, aklın düzene koyduğu ve sınırlandırdığı mücerret ve ideal bir ruh olarak düşünmüştür. Bu sebeple insan tabiatındaki aklın denetimine bağlı, genel olarak herkeste var olan değişmez ve gerçek davranışları, klasizm, bir tip haline getirmiştir. Klasizme göre, insanın kişiselliğinin hiçbir önemi yoktur. Bu bakımdan trajedinin kahramanları, belli özelliklere bağlı birer karakter örneği değil; herkeste ortak olan genel niteliklerin temsilcisi tipler olmalıdır.Klasizmde muhteris ve cimri bir kimse yoktur. Fakat herkeste ortak olarak bulunan ihtirasın ve cimriliğin kendisi vardır. Şu halde tip, bunları temsil edecektir.
b) Klasizmde beşerilik :Klasizm beşerî bir karaktere sahip olduğu için millî tarihe, yerli giyimlere ve renklere değer vermemiştir. Ortaçağ tarihi onu hiç ilgilndirmemiş, uzak beldeler onun ilgisini çekmemiştir. O, sadece bütün insanları ilgilendiren genel konular üzerinde durmuştur. Onun yaşattığı tipler, her yerdeki insanlar tarafından tanınan tiplerdir.Klasizmin beşerîlik anlayışına göre, fertleri kendilerine has kişilikleri içinde görmekten kaçınmalıdır. Gerçek orjinalite, birinin ötekinden farklı oluşunda değildir. Eğer orijinalite bu farklılıktan ileri geldiyse, bizden farklı talan insanın bizimle ortak olan hiçbir tarafı bulunmazdı. Bu yüzden bizden başka olan bir kimseyi kavramamıza imkân olmazdı. O halde sanat, insanlarda ortak olarak bulunan konular üzerinde durarak genellik, yani beşerîlik vasfı taşımalıdır.Klasizmde daha çok tiyatro eserleri önem kazanmıştır. Eğer Madam De La Fayette, Princesse De Cleves adındaki romanını sanat dünyasına kazandırmamış olsaydı, klasizmde Roman'dan söz açmak güçleşecekti.
Bizim, Tanzimat edebiyatımızla batıya yönelişimiz sırasında, Romantizm bile yerini Realizm'e bırakmış bulunduğundan, daha önce ömrünü bitirmiş olan Klasizm'i tanımamız ve edebiyatımıza getirmemiz mümkün olmamıştır. Şinasi ve Ahmet Vefik Paşa'nın gayretleri bir kenara bırakılırsa, bu böyledir.Klasizm, hayatın birçok gerçeklerine yüz çevirdiği ve insanlığı gerçek yapısı içinde değil de kendi idealizmine göre biçimlendirdiği için, kullandığı dil de ince ve süzme bir dildir. Klasizme göre, fikirler zaten yeteri kadar karanlıktır. Bunu daha karartıcı bir dille anlatmak yersiz olur. Klasizm, ölçülü ve genel bir güzellik düşündüğü için, bunu anlatmakta kullanılacak kelimeler kaba ve bayağı olamazlar. Bu bakımdan klasik edebiyatın dili, sanatın inceliğine paralel olarak ölçülü ve seçimli kelimelerden meydana gelmiştir.Dil, bu nitelikleri taşımakla beraber, okumuşların yadırgamıyacaklan kadar da açık ve sade olacaktır. Trajedinin dili, geniş halk sınıfına hitabedecek kadar açık ve sadedir. Fakat bu sadeliği, klasik edebiyatın zarafetini zedeliyecek ölçüye indirmemek gerektir.
Kübizm
Sanat - Sanat Akımları
Kübizm, XX. yüz yılın başında ortaya çıkan ve daha çok resim alanında kendini gösteren, sonradan öteki sanat dallarına da etki yapan, konunun sadece görünen tarafını değil, görünmeyen taraflarını da göstermeye çalışan bir akımdır.1910 yılında kendini göstermeye çalışan kübizm, dört yıl kadar bir ömür sürdükten sonra 1914'de değerini kaybetmiştir. Aslında akım realitesine aykırı düşen ve her şeyi geometrik şekil içinde görmeye çalışan kübizm, 1913 yılından itibaren edebiyat alanına da geçmiştir.
Empresyonizme bir tepki olarak meydana gelen kübizm edebiyata Guillaume Apollinaire 'in gayretiyle girmiştir. Bundan sonra Andre Salmon,Pierre Reverdy , Jean Cocteau, Blaise Cendrars, Mak Jacob gibi şairler, kübizmi edebiyatta kökleştirmeye ve geliştirmeye çalışmışlardır. Fakat bütün gayretlere rağmen kübizmin ömrü uzun olmamıştır.Kübizm, hemen her memlekette zaman zaman denenmiştir. Kendi memleketimizde bile Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, özellikle resim alanında kübizme bağlı çabalar görülmüşse de kökllü bir akım olmak durumuna gelememiştir. Kübizmin dayandığı prensipler sırasıyla şunlardır :
1. Kübizmin, empresyonizme karşısı tepkisi :Empresyonizm, konunun belli bir ışık altındaki görünüşünü, yani doğrudan doğruya kendisini değil de yarattığı duyumları saptamaya çalışan bir sanat metodudur.Kübizme göre empresyonizm, duyumların, yani sürekli olmayan, gelip geçici şeylerin tasviridir. Kübizm ise, sürekli olan ve değişmeyen özün, tasvirine çaba göstermektedir. Eşyanın dış görünüşüyle birlikte özünün de gösterilmesi gerektir. Örmeğin insanın yalnız dış görünüşünü ele almak, onu, sadece bir madde olarak düşünmek olur. Halbuki, o, birtakım fikirlerin ve duyumların da sahibidir. Sanat onun bu tarafını da göstermek zorundadır. O halde olaylarla duyguları birbirinden ayrı olarak düşünmek doğru değildir. Objeyi, yani konuyu bir bütün (kül) halinde tutmak gerektir.Örneğin «Ressam, balkonda bulunan, fakat içeriden görülen bir adamm resmini yapmak istediği zaman, sahneyi pencereden görülen kısma inhisar ettirmeyecek; bilâkis balkondaki adamın sokağa ait bütün duyumlarını da aynı tablonun içerisine yerleştirecektir.» Bu, şu demektir : Hayat, büyük bir olaydır. însan bu olayın içinde birçok şeyi hep birden görmekte ve yaşamaktadır. O da bu büyük olayın içinde olanlardan biridir. Şu halde balkondaki adamı, seyrettiklerinden ayrı olarak düşünemeyiz. Bu adam balkondan, geçen trenleri, otomobilleri, koşan-duran insanları, caddeleri, damları,bacaları görmüş; fabrikaların düdüklerini işitmiştir. Hattâ balkondaki adam o anda vücudunu bile unutmuş, seyrettiklerinin içine düşmüş, ya da onların arkasından koşmaktadır. Şimdi nasıl olur da sanatçı, bu adamı, sadece içeriden gördüğü kısmıyla eserine geçirebilir? Halbuki o anda. bu adamın kafasında bir fabrikanın dişlisi, bir otomobilin direksiyon simidi dönmekte; beyninde bir cadde akmaktadır. Peki, bütün bunları ne yapacağız? Sanatçı olarak bunlara dokunmayacak mıyız? Bunlarsız bir adam nedir?Bütün bunları sorup düşünen kübizmin sanatçısı, insanı dış görünüşü ve duyumlanyla birlikte bir bütün halinde geometrik şekillere bağlayarak sanata getiriyor. Bir ressamın tablosunda insan, camdan yapılmış içindekileri gösteren bir varlık olarak düşünülüyor ve içinde ne varsa ortaya konuyor.İşte bu düşüncelerle kübizm, empresyonizmin sadece duyumları tasvir etmesini tenkid etmiş, konuyu içi ve dişiyle birlikte bir bütün 'halinde işlemeye çalışmıştır.
2. Kübizmin güttüğü metod :Önce manzara veya olayın geçtiği yer, ana parçalarına ayrılır, sonra bu parçalar sanatçının kişisel görüşüne göre yeniden birleştirilir. Böylece şeyin tümü, aslındaki gibi değil, sanatçının duyumlarına göre geometrik bir karakter içinde şekil alır. Eğer şey, yani konu, tabiattaki şekliyle sanata girse, sanatçının rolü kalmaz. Onun için, önce analiz yardımıyla konu olan şeyin parçaları tanınacak, ondan sonra da sentezle o şey, sanatçının isteğine göre yeniden meydana gelecektir.Kübizmde XX. Yüz yıl başlarındaki toplumlarda görülen sosyal gerginlik ve dengesizliklerin etkilerini bulmak mümkündür.Bu metod edebiyatta da kullanılmış, şairler de şiirlerinde, analiz-sentez metodu ile mısralar sıralamış, peyzajı ve hayatın sahnesini kendi kişisel görüşlerine göre anlatmaya çalışmışlardır.
Resimde Kübizm
1907 den 1914 e süren Kübizmin kuruluş devresinde bu akımın önderleri Pablo Picasso, Georges Braque, Juan Gris ve Fernand Leger idi. Kübizm de başlangıçta, Empresyonizm gibi alaya alınmış, anlaşılmamıştı. "Küb", "Kübik" isimleri bu akıma alay olsun diye takılmış, ama gerek eleştirmeciler, gerekse ressamların kendilerince uygun görülerek kabul edilmişti.
Kübizmi Empresyonizmin doğrudan doğruya bir tepkisi olarak incelemek gerektir. Empresyonizm, tablonun desen arkitektüral yapısını bir yana atarak, sadece atmosfer oyunlarını, güneş ve gölge cilvelerini resmetmek istemiş, form-biçim güzelliğine yer vermemişti. Bir bakıma, yalnız hava oyunlarına dayanan estetiği formların sertliğini de ele almasına engel oluyordu.
Kübistler ise renk oyunlarını, akislerini, güneş ışığının tabiat içinde uyandırdığı pırıltıları bir yana atarak eşyaların geometrik yapısını ön plâna aldılar.Ancak bu alış, hiç de gerçekçi değildi. Eşyaların -objelerin- boşluk içinde kapladıkları yeri iyice belirtmek için onları parçalıyor, türlü cephelerinden göstermek istiyorlardı. Bu tutum, eşyanın ağırlığını kıymetlendirmek amacı ile o eşyayı parçalamak, ama parçaladıktan sonra resim sanatının araçları ile yeniden yapmak, "inşa" etmek demekti.
Cezanne'ın ve Seurat'nın geometri alanındaki araştırmaları, özellikle Afrika'nın zenci heykelleri Kübist'lere örnek olmuştu. Zenci heykelleri geniş, yontulmamış, törpülenmemiş etkisini uyandıran kaba, düz plânları ile Kübizm temellerine uygun bir plâstik yapıda idiler.
Kübizm'in büyük önderi Picasso çekici bir kişiliğe sahipti. 1881 de İspanya'da, Malağa şehrinde doğmuş, on, on iki yaşlarında iken yetişkin ressamları şaşırtacak ustalıkta yağlı boya resimler yapmaya başlamıştı. 1900 de Paris'e geldiğinde, Van Gogh'un, Toulouse-Lautrec'ın eserlerini beğenmişti. 1901 ile 1904 arasında meydana getirdiği "mavi devre" tablolarında Toulouse-Lautrec'ın etkileri görünür. 1905 ile 1906 arası süren "pembe devre" sinde, yirmi beş yaşındaki genç ressamda, Uzak Şark ve özellikle Japon ressamlarından etkiler sezilir.Ama bu romantik devreler uzun sürmeyecekti.
Empresyonizm, Fovizm sönmüşlerdi ve Picasso, yepyeni bir sanat dünyasının, sanata yeni bir cam verecek taze, dinamik bir akımın zamanı geldiğini seziyordu.Georges Braque, Kübizm'in ortaya atılışında Picasso'nun en değerli yardımcısı oldu. O kadar ki, Kübizm'in Picasso'dan fazla Braque'ın eseri olduğu söylenir.Picasso, Braque ve onlara katılan Polonya asıllı şair Apollinaire, şair Max Jacob, Derain, Juan Gris, Van Dongen, o sıralarda Montmartre'da, "Çamaşırhane-Gemi" adı verilen tahta bir binada toplanmışlardı. Guillaume Apollinaire, Kübizmi aydın çevrelere tanıtmak, bu akımın teorilerini düzenlemek ödevini üzerine almıştı.Az zaman içinde Kübizmin ana prensipleri belirmeye başlamıştı.
Kübizm, tabiatın, yepyeni bir açıdan ele alınmış bir yorumu idi. Soyut değildi, normal biçimlerle ilgisini kesmemişti. Ama onları serbestçe parçalıyor, geometrik bir düzen, daha doğrusu her tabloya, her konuya göre değişen düzenler içinde dağıtıyor, derliyordu.Kübizm konuya önem vermiyordu. O kadar ki, ilk Kübist tablolar hep aynı temaların, aynı konuların tekrarı gibi idi: Masa üstünde gitara ve mandolin, gazete parçaları, pipo, tütün paketi, yemiş ve yemişlik, yada palyaçolar, arlökenler. Bu dar çerçeveli konu repertuarı içinde Kübistler, daha fazla gri renklerin egemen olduğu sınırlı bir paletle biçim oyunlarına girişmişler, tabiatın, öncelikle cansız tabiatın yepyeni bir sentezini kurmaya başlamışlardı.Picasso şaşılacak bir el ustalığına sahipti. Bir teknik, bir tarz, bir görüş içine sığamıyor, boyuna değişiyor ve dünya sanatından seve seve, bile bile aldıklarını kendinde birleştiriyordu. Picasso'yu yalnız bir Kübist olarak ele almamak gerekir. O, aynı zamanda, dramatik ifadeli bir ekspresyonisttir de. Nitekim, İspanya iç savaşı sırasında meydana getirdiği büyük kompozisyonlar, hele ünlü "Guernica" sı onu, insan dramı ile yakından ilgili bir sanatçı olarak dünyaya empoze etmişti.
Picasso ve Braque'ın araştırmaları Kübist çerçeveyi gitgide genişletti. Bu akıma katılanlar, başta İspanyol Juan Gris ve Fernand Leger olmak üzere resim plânında olduğu kadar, bütün süsleme sanatlarında da etkilerini gösterdiler. Kübizmin mimarlık sanatına da yayılması üstünde de durmak gerekir. Kübizm öncelikle bir "düzey sanatı" dır. Tabloyu yalnız iki boyutu içinde ele aldığı, ışık-gölge oyunlarının yardımı ile "derinlik" duygusunu uyandırmaktan kaçındığı için mimarlık sanatının yeni biçimlere bürünmesinde rol oynamıştır. "Kübik mimarî" denilen üslûpların doğrudan doğruya Kübizmin bir sonucu olduğuna şüphe yoktur.
Kübizmin çeşitli akislerini süsleme sanatlarında da görüyoruz. Mobilya desen ve biçimleri, halı, perde, döşemelik motifleri Kübizmden sonra çok değişti. O kadar ki, kimi estetikçi, Kübizmi doğrudan doğruya plâstik değil, "dekoratif" bezemeci bir akım olarak ele aldılar.Durmadan tarz değiştiren Picasso yanında Braque daha ağır, daha klâsik bir ressam. Kübizm prensiplerine bağlılığı onu, sanat hayatı boyunca kendine çizdiği yoldan ayırmadı. Bir "Nature-morte" -cansız tabiat ressamı olarak yaşadı. Bir masa üstüne, yada bir oda içine yerleştirilmiş çeşitli eşyayı bin bir kombinezon, istif tarzları içinde, çok zengin, gri renklerin egemen oldukları bir paletle canlandıran Braque, yalnız Kübizmin değil, çağdaş resmin büyük bir ustasıdır.Fernand Leger, Kübizmi, makine uygarlığı hizmetine verdi. Onun için bir piston, motor aksamı, bir fabrika bacası, lokomotif, otomobil, bisiklet, yada herhangi bir mekanik araç, ağaç, bulut, güneş, dağ, deniz gibi romantik konular kadar güzeldir ve anlamlıdır.
Teorik ve entelektüel Kübizm'in daha duygulu temsilcileri de oldu. Bunlar Kübizm'in geometrik yapısına Empresyonizmin renk oyunlarını da katmak istediler. Roger de la Fresnaye ve Andre Lhote bu hareketin önderidir. Kübizmin ateşli bir temsilcisi olan Andre Lhote genel olarak bu akımın kaçındığı insan yüzünü, figürünü, hattâ portreyi Kübist teknikle yeniden ihyaya çalıştı.
Kübist ressamlarPablo Ruiz Picasso (1881) - Georges Braque(1882-1963) - Juan Gris (1887-1927) - Fernand Leger (1881-1961) - Albert Gleizes (1881-1953) - Jean Met-zinger (1883-1951) - Roger de la Fresnaye (1885-1925) - Andre Lhote (1885-1962).
Maniyerizm
İtalya'da XVI. yy. ile XVII. yy'da, Rönesans ve barok sanatları arasında büyük ilgi gören sanat hareketi (maniyerizm de denir). 1515'ten 1535 -1540'a kadar, Rosso' nun, Giulio Romano'nun, Parmigianino'nun, Pontormo, Beccafumi gibi sanatçıların yapıtları, özenticilik hareketinin bütün İtalya'da şiddetle ve tutkulu bir biçimde ortaya çıkmasının belirtisidir. 1540'tan 1570'e kadar süren ikinci bir hareket de, özenticilik doğrultusundaki resmin İtalya dışındaki yayılımmı gösterir. El Greco'nun, yer yer barok ve özenticiliğe bağlanan üslubu, biçimlerin uzaması ve uzamsal gerçekdışılık bakımından, kimi eleştirmenlerin bu sanatçının resmini, özentici ve özellikle de gözüpekçe bir anlatım olarak değerlendirmelerine neden olmaktadır. Vasari'den başlayıp Bronzino, Daniele da Volterra, Francesco Salviati'den geçerek Bassano diye anılan Jacopo da Ponte'ye kadar uzanan sanatçılar, aristokratlara seslenen, amaçlan açısından daha az kaygı verici, ama ilk döneminkinden daha çok soğuk, ayrıca doğallıktan uzak, yapmacıklı bir özenticiliğin oluşmasına katkıda bulundular.
Bu sırada, ilk İtalyan özenticiliğinin yayılmasında, gravür sanatı büyük rol oynadı ve hareket 1560'a doğru Fransa'dan öbür Avrupa ülkelerine yayıldı; Fransa'da Fontainebleau okulu ressamları ve en başta da Rosso ile Primaticcio son derece özgün, aynı zamanda da özenticilik ve Rönesans sanatını yansıtan bir dekoratif sanatın yaratıcıları oldular. Anvers'teki pek çok atölyenin benimsemiş olduğu özenticilik eğilimi, Flandre'da, Jan Matsys ve Frans Floris de Vriendt gibi, İtalya'da (biri Cenova, öbürü Roma) oluşturdukları üsluplarıyla Fontainebleau okulunun sanatına yaklaşan "romanist" Flaman ressamların atılımlarıyla kendini gösterdi. Anvers'de gelişen romanist hareket, kısa süre içinde Hollanda'da, Haarlem ve Amsterdam okullarına yayıldı ve buralarda sırasıyla Maerten Van Heemskerck ile jan Van Scorel tarafından temsil edildi. 1570'ten 1610'a kadar özenticilik son dönemini yaşadı ve bu hareketi benimsemiş en usta ressamların değişik, garip, sıkıntılı, hatta kimi zaman neredeyse delicesine bir düşünceye kapılmalarına yol açtı. Böylece bu ressamlardan Arcimboldo, Antoine Caron, İacopo Zucchi, Cornelis Cornelizs'in adları, fantastik sanatın en iyi temsilcileri arasındavanılmayavbaşladı. 'Utrecht'te Abraham Bloemaert, gizli bir şiddeti anlatan bir özenticilikte son derece ustalaştı. 1580'e doğru Prag'da kurulan özentici çevrenin en ünlü ressamı olan Anversli Bartholomeus Spranger ise özenticiliğim, özgün erotik mitolojilerin yaratımına dayandırmıştı. Zaten erotizm az ya da çok belirgin bir biçimde uluslararası özenticiliğin değişmez bir öğesi olarak varlığını korudu. Tintoretto'nun birçok ünlü yapıtı da bu açıdan özenticiliğe bağlandı.
Vasari'nin hem Giotto'nun eski sanatını [maniera vecchia, eski tarz), hem de Leonardo da Vinci'nin yeni sanatını [maniera moderna, modern tarz) belirtmek için kullanmasından sonra, maniyerizmin türetilmiş olduğu maniera terimi, XVII. yy'da açıkça aşağılayıcı bir anlam yüklendi. Giovanni Pietro Bellori bu terimi, başlıca istekleri, büyük ustaların çalışma tarzım yetkinleştirmekten öteye gitmeyen ressamların sistemli bir biçimde Michelangelo ve Raffaello'yu taklit etmelerini kınayarak belirtmekte kullandı. Söz konusu terimin aşağılayıcı anlamdaki kullanımı birçok Fransız sanatçı tarafından da benimsendi. Aynı anlayış içinde Luigi Lanzi 1792'de italyanca manierismo (fransızcası manierisme) terimini kullandı; bu terim, 1925'e kadar, yani karmaşık maniyerizm kavramının derinlemesine incelenmesine ve böyle nitelenerek küçümsenen yapıtların yeniden değerlendirilmesine başladığı tarihe kadar aşağılayıcı anlamını korudu. Günümüzde 1515-1620 arasında, bütün Avrupa'da bu doğrultuda gerçekleştirilmiş olan yapıtların çoğunun, özenticilikle, klasisizmin uzlaşmaya dayandırdığı ve klasik saydığı değerleri birbirine ters düşüren bir gariplik beğenisini ve ince bir yapmacık (preciosite) anlayışını yansıttığı anlaşılmıştır. Özenticiliğin, kimi gerçeküstücü ressamların kaygılarıyla karşılaştırılabilecek kaygıları yansıtabilen düşsel bir resim hareketi olarak benimsenmesinden önce, tarz (maniere) kavramı, çağdaş sanat tarihçilerinin bölünmesine yol açtı. Wölfflin,özenticiliği bir gerileme dönemiyle bir tuttu ve bunu Rönesans klasik sanatından XVII. yy. barok anlayışına kesintisiz bir evrim olarak gördüğünü belirtti. Dvorjak, ahlaksal bir bunalımın anlatımı olarak tanımlanan özentici üslubun özerkliğini destekledi; Fiedlânder ise bu üslupta 1520 dolaylarında Raffaello'nun tarzını abartmaya çalışan Rosso, Pontormo ya da Parmigianiono gibi sanatçıların yapıtlarının yapımına doğrudan doğruya bağlı olan antiklasik bir biçimcilik gördüğünü ileri sürdü.
Metafizik Sanat
Kelime anlamı "fizik ötesi", "doğa ötesi anlamına gelen metafizik, daha çok, varlığın mutlak bilgisine erişmeyi amaçlayan aşkın düşünce biçimini karşılamak için kullanılır.
Metafizik resimde de, tahayyül, düş ve bilinç altı olaylar dayanangerçek üstü amaçlanmaktadır 1917'de, yani I. Dünya Savaşı’nın getirdiği şartlar içerisinde bir araya gelen Carlo Carra (1881-1961) ve Giorgio de Chirico (1888-1978) adlı iki İtalyan ressam. Metafizik resmin öncüsü olmuşlardır.
Chirico (Şirika) eserlerinde korku ve yalnızlık duygusunu işlemiştir. Diğer gerçek üstücü sanatçıları etkilemiş ve "büyük öncü" olarak tanınmıştır.
Kaygı Verici Esin Perileri, Bir Ayrılışın Bilmecesi, Şairin Kaygısı gibi eserlerinde; kapalı ve kasvetli uzun gölgeler, ıssız alanlar, cansız ve yüzsüz maskelerle; donmuş, ürkütücü ve gizemli bir atmosfer yaratılmıştır.
Sanatçı, 1930 larda için de bulunduğu melankoliyi atıp, daha anlaşılır konular üzerinde durmuştur. 1930'lardan sonra klâsik üslûba
yönelmiş, ancak, önceki üslûbunu terket-mesi yüzünden tenkit edilmiştir.
Naturalizm
Natüralizm, realizmin gözlemciliğinin yanına deneyim prensibini getiren, determinizm anlayışını romana sokan bir edebî akımdır.
Natüralizm, realizmin, çevrenin insan üzerinde büyük etkisi olduğu yolundaki görüşünü ve başka türlü esaslarını kabul etmekle birlikte, deneyime büyük bir önem vermiş, realizmin vesikacılığıyla yetinmemiştir.
Determinizm, insan aksiyonlarının, daha önceki sebeplerin sonucu olduklarını ve bunların da daha sonraki aksiyonlara sebep teşkil edeceklerini ileriye süren bir düşünce sistemidir.
Determinizme göre, tabiatta meydana gelen olaylar bazı kaçınılmasına imkân olmayan sebeplerin etkisiyle ortaya çıkarlar, îlimde tesadüfün ve olağanın yeri yoktur. Aynı şartlar altında aynı sebepler, aynı sonuçları doğururlar. Fizik ilminde büyük ve önemli yeri olan bu determinizm prensibi, sosyal olaylar üzerinde de kendini göstermektedir.
Natüralizm, realizmden ince farklarla ayrılır. Fakat birbirleriyle de çok sıkı ilişkileri vardır. Bu yakınlıkları dolayısıyla bazı sanatçıların natüralist ya da realist oldukları tartışma konusu olmuştur. Örneğin Zola, realist bir yazar olarak o akımın içine sokulduğu halde, natüralizmi tek başına temsil eden bir sanatçıdır. Alphonse Daudet de öyle. Eğer Alphonse, Dudet, Sapho adındaki romanını yazmasaydı, realist sayılacaktı. Fakat bu eserle Daudet, natüralistlerin arasına girmiştir. Bu karışmalara rağmen natüralizmi realizmden ayıran temel farklar vardır. Şimdi bu farkların neler olduklarını sırasıyla görelim :
1. Dış çevrenin insan ruhu üzerindeki etkisinin yanında, irsiyetin rolü :Natüralistler, insanların davranışlarında çevrenin etkisini esas kabul etmekle beraber irsiyetin (doğuştan getirilen), yani ana ve babadan getirilenlerin de rolü olduğunu ileri sürüyorlar, însan eylemleri, bu etkilere bağlıdır. İnsanların eylemlerini kavrayabilmek için, insanın geliş kaynağını, fizyolojik yapısını, etkisinde kaldığı eğitimi ve içinde yaşadığı çevreyi iyice bilmek gerektir. Bunlar bilinmedikçe, insanların eylemlerinin nasıl bir sebebe bağlanacağı kestirilemez. Kestirilse bile eksik ve kusurlu olur.Fakat bu faktörler iyice bilindiği takdirde, olay, roman yazarının kendi istek ve iradesinin dışında, şartlı sonucuna doğru yol alır. Eğer yazar, olayın zarurî sonucuna etki yapacak bir karışmada bulunursa, şart bozulur ve sebeple sonuç, arasındaki bağ kopar.Bu görüş altında natüralistler, insan aksiyonlarının meydana gelişinde, irsiyetin en az çevre kadar rolü olduğunu ileri sürüyorlar. Çünkü insanların huyları (mizaç), kendi fizyolojik devinmelerine bağlı olmakla beraber, anne ve babalarının huylarıyla da ilişkilidir. Yani doğuştan onların huylarının motiflerini getirirler. Bir insanı, anne ve babasından hiçbir şey getirmemiş bir varlık olarak düşünmek yanlıştır. Eğer insan anne ve babasından hiçbir şey getirmemiş olsaydı surat benzeyişi de olmazdı. Surat benzerliği, yürüyüş ve oturuş benzerlikleri gibi huy ve davranış benzerlikleri de irsiyetle geçebilir. Bunun inkârı imkânsızdır. Durum böyle (olunca, eylemin sahibi olan insanın aile fertlerini hattâ bu ailenin öteki kollarını tanıyıp incelemek gerekir. Bu yoldan aksiyonun temel sebeplerine ulaşmak mümkün olur.
2. İnsan psikolojisinin fizyolojiye bağlılığı :Natüralistlere göre, fikir ve heyecan, dimağın ve uzviyetin görünüşüdür. Düşünceyi, ruhun değil de uzviyetin, yani bütün halinde bedenin verisi sayan natüralistler, gerçek insanı, fizyolojik bir varlık olarak düşünmüşler ve psikolojiye hiç önem vermemişlerdir. Çünkü beden olmadıkça ruhtan söz açmaya imkân yoktur. Ruh, uzuvların fizyolojik ilişkilerinin toplamıdır. O halde, ruh diye bedenden ayrı bir varlık düşünülemez.
3. Karakter yerine huyun esas olması :Natüralistler karaktere önem vermiyorlar. Huy'u esas kabul ediyorlar. Bir insanın karakteri, zihnin şekline bağlıdır. Halbuki huy, fizyolojik yapıya bağlı lolmakla beraber, irsiyetle de ilişkilidir. Yani huyun içinde ana ve baba tarafından gelenler de vardır. Karakter, ihtirasların ve iştahların birleşimi olmakla beraber, akılla da bağıntılıdır. Halbuki huy, akılla bağdaşamaz. Bu sebeple bazı insanlar, belli bir huyun kucağında sırf hayvandırlar. Örneğin bu hayvanlık şehvet düşkünlüğü şeklinde görünebilir. Şehvet düşkünlüğü bir huy (mizaç) dur. Bu huyun psikoloji ile hiçbir ilişkisi yoktur. Uvuzların fizyolojik çalışmalarına bağlıdır. Tamamıyla sinir sistemindeki gerilmenin eseridir.
4. Gözlemin yanma deneyimin getirilmesi :Fizikî ilimlerde kullanılan deneyim metodu, olayları, tarafımızdan hazırlanan şartlara göre meydana getirmek ve nedenlerini incelemektir.İlimde gözlem ise, sebep ve kanunları bulmak için olayları tabiatta meydana geldiği gibi incelemektir.Realistler, gözleme gereken önemi vermişlerdi. Fakat natüralistler -ki başta E. Zola-gözleme gereken önemi vermekle beraber, romana deneyimi de getirdiler. Bu metod yardımıyla ayrı ayrı yerlere sevkedilmiş olan aile dallarına bağlı fertlerin, ayrı meslek ve ayrı çevre içinde karşılaştıkları hayatî sonuçlar, bir âlim tarafsızlığıyla incelenmiş; irsiyetin ve çevrenin insan huyu üzerindeki etki farkları gösterilmeye çalışılmıştır.Natüralist romancı, olayları kendi doğal yapısı içinde ele aldıktan sonra, çevresinde ve şartlarında değişiklikler meydana getirerek onlara etki yapmak, bu etkinin baskısı altında ortaya çıkacak olan kurtuluş çatkısını herkese göstermek isteyen kimsedir.Romancı bunu yapabilmek ve çevreyle irsiyetin etkilerinin gücünü belirtebilmek için tasvire çok büyük önem vermiş, sonu gelmeyen tasvirlerle üslûbuna bir derinlik kazandırmıştır.
5. Natüralizmde dil : Natüralizm de, baş düşünce olarak realizmi ana prensip kabul ettiği için, gerçeğin anlatımında edebî üslûptan ayrılmıştır. Dili daha çok 'her sınıf halkın anlayabileceği bir seviyede tutmuştur. Romanın kahramanı, hangi halk sınıfına bağlı ise, o sınıfın diliyle konuşturulmuş, o sınıfın aksanı yaşatılmıştır.Çünkü dil, sınıflan karakterize etme bakımmdan büyük bir önem taşır. Natüralizmin dil konusundaki bu tutumunu, kendi edebiyatımızda, Hüseyin Rahmi Gürpınar'da görüyoruz.
6. Natüralizrn'de kötümserlik :Natüralizm, olayları bir kötümserlik atmosferi içinde görmüştür. Çünkü Natüralizmin meydana geldiği çağda, toplumun, din, hükümet ve sosyal kuruluşlara karşı güveni kalmamıştır. Yapılan anketler bunu gösteriyordu. Bütün Fransa'da kötülük, ahlâksızlık, dalkavukluk, yalancılık, perişanlık ve geçim zorlukları almış yürümüştü. Düşünce ve irade bağımsızlığından yoksun olan insan, maddeciliğin baskısı altında ezilmekteydi. Sanatçı insanı böyle bir çevrenin içinde incelemek zorundaydı. Olaylar bu çevrenin isteğine göre meydana geliyordu. Roman da her şeyi tabiî yüzü ile görmek zorunda olan bir sanat eseri olduğu için, ister istemez taşıdığı atmosfer ağır ve kötümser oluyordu.
Natüralist sanatçılar da realistler gibi ahlâkçı bir maksat gütmemişlerdir. Sanatı bağımsızlık içinde görmüşlerdir. «Âlimin gayesi herhangi dinî veya ahlâki endişenin dışında nasıl ilmî hakikati aramaksa, öylece romanı ilme istinat ettirmek istiyen romancının gayesi de, belli çevrelerde yaşayan şahısların mukatderatını adım adım takip etmektir.» Bu bakımdan sanatçının bir din, ya da ahlâk dersi vermek gibi bir maksat gütmesine imkân yoktur. «Bir romandan çıkacak ahlâk dersi, ancak o romanın tabiî neticesi olabilir.»Natüralizm, tiyatro alanında da eser vermek için çaba harcamıştır. Fakat bu alandaki başansı romanlarındaki kadar güçlü olmamıştır. Çünkü romanın «devir» e dayanan muazzam ve karışık dekorunu olduğu gibi sahneye getirmek mümkün olmadığı gibi, tasvirin anlatımda gösterdiği güç yardımıyla çevre ve insan arasında kurulan sağlam köprüyü, sahnedeki eşya ile aktör arasında kurmaya imkân yoktur.
Neo Klasizm (Yeni Klasikçilik)
Eskiçağ Yunan-Roma uygarlığından esinlenen ve XVIII. yy. ortalarına doğru ortaya çıkarak yaklaşık 1830'a kadar süren sanat hareketi
ROKOKONUN GÖZDEN DÜŞMESİ
Herculanum'da 1727'de girişilmiş ve ilk sonuçları Pompei'nin ortaya çıkarıldığı 1748'de yayımlanmış olan arkeleoji kazılarının, genellikle yeni klasikçiliğin yaygınlaşmasına yol açan düşünce hareketinin kaynağında yer aldığı kabul edilir. 1751'de İngiliz arkeologları James Stuart ve Nicholas Revett tarafından Atina harabelerinin rölövesinin çıkarılması, 1752'de Caylus kontunun Recueil d'antiquitâs egyptiennes, etrusques, grecques, romaines et ga uloises (İlkçağ 'dan Kalma, Mısır,Etrüsk, Yunan, Roma ve Galya yapıtları derlemesi) yayımlaması ve sanat kuramcısı Joachim Winckelmann'ın (Geschichte der Kunst des Alterthums [Eskiçağ Sanatı Tarihi], 1764) çalışmaları, rokoko süsleme sisteminin yapay özelliğini gözler önüne sermede büyük rol oynadı. Yeni klasikçilik tepkisi önce Roma'da başladı, ardından İtalya, Flandre'lar ve Almanya gibi barok ve rokokodan büyük ölçüde etkilenmiş olan ülkelerde ani bir değişikliğe yol açtı. Buna karşılık İngiltere ve Fransa'da, klasik görüşten ayrılma bu kadar köktenci bir gelişmeden uzak olduğu için söz konusu tepki, beğeni anlayışının gerçek anlamda altüst olmasına yol açmadı.
MİMARLIK
1754'ten başlayarak Mansart'ın görüşüne bağlı kalan ve Eskiçağ'a saygı duyan Jacques Ange Gabriel, klasik mimariyi, Paris'te günümüzde Concorde alanı olarak bilinen yeni Louis-XV alanının her iki yanında gerçekleştirdiği yapılara yakışır biçimde uyguladı. İki yıl sonra, Facques Germain Souiflot (1713-1780) eski Sainte-Genevieve Kilisesi'nin bulunduğu yerde Pantheon'un dev boyutlu yapı çalışmalarına girişti ve burada, Bramante'nin, Roma'daki San Pietro' nun kubbesini, Constantinus bazilikasının tonozlarına oturtmak için benimsediği ilkeden yararlandı. Öte yandan, İngiliz mimarlarının pek çoğu ülkelerinde 1720-1770 yılları arasında yaygınlaşan büyük palladioculuk akımına son derece bağlı kaldılar. İngiltere'de yeni klasikçiliğin tartışılmaz ustaları Adam kardeşler oldu. Bu dört kardeş, alçı ve yalancı mermeri bol miktarda kullanarak birçok yapıda Pompei dekorunu oluşturdular; söz konusu yapıların en ilgi çekenlerinden biri olan Derbyideki Kedleston Hail, yeni klasikçi anlayışta en yetkin biçimine Robert Adam tarafından ulaştırılmıştır. Sömürge dönemi olarak adlandırılan dönemde yeni klasikçi anlayıştaki İngiliz mimarisi. A.B.D'nde yalnız bir tekelden yararlandı (Mount Vernon'da Washington'un konutu, 1787; Monticello'da Jefferson'un konutu, 1770-1809); ama Bağımsızlık savaşından ve A.B.D'ne Joseph Mangin (City Hail. New York), Joseph Jacques Ramee (Schenectady koleji, New York eyaleti) ya da L'Enfant (Washington' un planı) gibi Fransız mimarlarının yerleşmesinden sonra, Fransız etkisi kendini büyük ölçüde duyurdu. Bu arada Washington'da ünlü Capitol gerçekleştirildi (yapı ancak 1863'te tamamlanabilmiştir). Yeni klasikçi Fransız mimarları arasında özellikle Etienne Louis Boulle (1728-1799), Joseph Peyre'le birlikte Le Theâtre-Français'yi (günümüzdeki Odeon) yapan Charles de Wailly (1729-1798), Claude Nicolas Ledoux, Paris Borsa binasını yapan AlexandreTheodoreBrongniart (1739-1813), Etoile'daki Zafer Takı'nın planını tasarlayan (1806) Jean-François Chalgrin (1739-1811) sayılabilir. Bu mimarlar ayrıca dev projeler hazırlamışlar, ama bunlar çok büyük boyutlu oldukları için hiçbir zaman gerçekleştirilememişlerdir. Pierre Alexandre Vignon'un (1763-1828) Gioire Tapmağı'nı (Madeleine Kilisesi), 1764'te başlamış ve ancak 1842'de Huve tarafından tamamlanmış olan bir yapının temelleri üstüne kurması, Louis XVI üslubunun imparatorluk üslubuna doğru uzantılarım belirtir. Akademiciliğin gerçek doruk noktası sayılan bu üslubun en ateşli propagandacıları, Napolyon Fin resmi mimarları olan Charles Percier (1764-1838) ve Pierre François Leonard Fontaine'dir (1762-1853); bu mimarlar, imparatoru ululamak amacıyla gerçekleştirdikleri anıtlardan başka, 1806'dan 1808'e kadar Septimus Severus Takı'nın kopyası olan Carrousel Zafer Takı'nı yaptılar.
İmparatorluk üslubu giderek bütün Avrupa'ya yayıldı. Roma'da 1.814'ten 1820'ye kadar Giuseppe Vaiadier, Piazza del Popolo'yu düzenledi; Berlin' de Kari Frieclrich Schinkel, Altes Museıım'un sıra sütunlarını gerçekleştirdi; Münih'te Leo von Klenze, gliptoteki ("heykel müzesi;" 1816-1830) ve resim müzesini (1826-1836) yaptı. Londra’da Robert Smirke 1832'de British Museum'u, William Wilkins de National Gallery' yi yaptı. İmparatorluk üslubunun evrimi, Rusya'da yaklaşık 1840'a kadar sürdü; özellikle Petersburg'da Fransız etkisi, Voronikin Rossi ve Zaharov gibi ünlü mimarların yapıtları aracılığıyla bütün ağırlığını duyurdu.
HEYKEL VE RESİM
Augustin Pajou'nun (1730-1809) Terkedilmiş Psykhe ve Jean-Antoine Houdon'un (1741-1828) 1780'de gerçekleştirdiği mermerden Diana heykeli, Fransa'da yeni klasikçiliğin başlangıç dönemini en iyi temsil eden yapıtlardır. Roma'daki uluslararası çevrelerde, Winckelmann ve Alman arkadaşı ressam Mengs'in(1728-1779) kuramlarına önem verilmesi, yeni klasikçi dogmanın hazırlanmasında önemli rol oynadı. Resme oranla heykelin bir ayrıcalığı vardı, çünkü, özellikle beyaz (gereğinden çok gerçekçi olduğu kabul edilen renk öğesinin zararına) sanatçının yönelmesi gereken yetkinlik idealini simgeliyordu. İtalyan heykelcisi Antonio Canova (1757-1822), sanatını bu gerekliliğe en uysalca uyduran sanatçı oldu. Önce XVIII. yy. Fransız portrecilerinden etkilendi, ardından Napolyon'un fetihleri dönemi boyunca Eskiçağ Roma'sından esinlenen bir yeni klasikçiliğe doğru evrim geçirdi. Daha sonra öğrencileri olan Rinaldi ve Tadolini, Alman Schadow ve David d'Anger üstünde büyük etkisi oldu. Tek rakibiyse Danimarkalı Bertel Thorvaldsen'di.
Öte yandan, Giambattista Piranesi' nin gravür sanatı, Roma'daki eski anıtların keşfinden sonra, Eskiçağ'a bir dönüşten esinlenmekle birlikte, kendisi için çok dar sayılan yeni klasikçiliğin çerçevesini aştı. Jacques Louis David'in ustası olan ressam Joseph Marie Vien (1716-1809), Fransa'da 1760'tan başlayarak yeni klasikçi resmin gerçek başlatıcısı oldu. İngiliz ressamı Gavin Hamilton (1723-1798), Eskiçağ'a özgü yapıtları taklit etmekte daha da ileri gitti (Ağlayan Andromakhe), ama David'in 1785'te gerçekleştirmiş olduğu Horatiusların Andı, yeni okulun gerçek bildirgesi olarak kabul edildi. Tekniği açısından yeni klasikçi olan Girodet (1767-1824) ise işlediği konular açısından romantizme yönelmişti bile (Atala'nın Gömülmesi). David'in "zamanımızın Watteau'sü" olarak adlandırdığı Pierre Paul Prud'hon (1758-1823), hiçbir okula bağlanmadı, buna karşılık baron Antoine Jean Gros, yeteneğiyle olduğu kadar "yaşamının dramı"yla da romantizmin haberciliğini yaptı.
Neo-Empresyonizm ( Yeni İzlenimcilik )
Tam karşılığı "Yeni Empresyonizm" olan bu akım, Empresyonizmin bir devamı ve bir kolu olarak kabul edilmelidir. Şu, farkla ki, güneş ışığını inceden inceye serbestçe bir teknik ve duygunun rol aldığı bir coşkunlukla canlandıran Empresyonistlerin bu tutumuna karşılık, Neo-Empresyonizm daha rasyonel, daha bilimsel motorlarla uygulamış, renkleri, şaşmaz bir kesinliğe vurarak, yan yana gelmiş küçük kareler -dikdörtgenler- halinde tuval üstüne sıralamıştı.
Empresyonistlerden söz ederken, belirtmiş olduğumuz gibi, bu akımın ana prensibi, paletten koyu renkleri kaldırarak yerine yalnız prizma'nın, güneş ışığının altı rengini koymak, ışık-gölge oyunlarını sarı, turuncu, kırmızı gibi sıcak, yeşil, mavi, mor gibi soğuk renklerle ifade etmekti. Bundan başka, Empresyonistler renk karışımlarına dikkat ediyor, fazla rengi birbirine karıştırmıyorlardı.
Ama bu kaygı, Empresyonistlerde, bir dogmatizm, kesin bir kanun şeklinde kendini gösteremiyordu. Neo-Empresyonizm renk konusunu doğrudan doğruya sistemli ve bilimsel bir kalıba soktu ve tablolarının renk ahengini zerrece şaşmaz bir temele dayadı.
Yan yana konulmuş iki rengin, karışımlarından doğacak renk etkisini verebileceğine işaret ettik. Örneğin, ince şeritler, yada nokta ve kareler biçiminde yan yana getirilmiş mavi ve kırmızı, mor, mavi ve sarı yeşil etkisi uyandırır. Gözün, bu etkiyi kuvvetle duyması için renklerin sürüldüğü alana az uzaktan bakması gerekir. Yakından bağımsızca yan yana getirilmiş görünen renkler az uzaktan bakılınca, "Göz yoluyla karışım" diyebileceğimiz olay sonucunda tek renk olarak kendini gösterir. Üstelik, bu tek renk, kuvvetlice bir titreşim sayesinde zenginleşir. Örneğin, yeşili meydana getiren sarı ve mavi, şerit yada nokta halinde kendi bünyelerinden bir şey kaybetmediklerinden, olanca canlılıkları ile belirir, ama hemen yanlarında bulunan öteki rengin etkisinden kurtulamadıklarından, bu yakınlığın doğurduğu titreşim prensibine boyun eğerler.
Neo-Empresyonizmin büyük buluşu bu idi: Renkleri, nokta yada kare olarak birbirine karıştırmadan tuvale koymak, bu suretle Empresyonizmin resim sanatına kazandırdığı parlaklığı, şeffaflığı bir kat daha arttırmak.
Neo-Empresyonist akımının şefi olan Georges Seurat, 1884 yılında yeni bir kalıba dökülmüş Empresyonizmin ilk denemelerini göstermeye başladı. Ressamın "Banyo" adlı ilk büyük kompozisyonu 1884 "Müstakil Sanatçılar Sergisi"nde sergilendi ve hemen çok geniş yankıların uyanmasına yol açtı. Seurat bu büyük tablosunda, bir yaz günü Seine Nehri kıyılarında yıkanan genç erkekleri gösteriyordu. Seurat bu eserinde, yeni metodu tam bir kesinlikle uygulamamakla beraber, kullandığı teknik, Empresyonistlerin tekniğinden çok başka idi. Bir kere Seurat, Empresyonistlerin ihmal ettikleri desen kesinliğini yeniden ele alıyor, bu bakımdan geleneklere uyarak, kompozisyonunu geometrik kalıplara döküyordu. Renkler birbirlerinden bağımsız "tuş" 1ar, vuruşlarla karışmıyor, yan yana geliyor, "göz yoluyla karışım" -melange optique- prensibine uygun olarak uzaktan bakıldıklarında birbirine aşıladıkları etki sonucunda başka başka ton ve kıymet alıyorlardı.
Neo-Empresyonizm'in başka bir adı da "pointillisme", yani "noktalama" idi. İlkin Georges Seurat, onun peşinden Paul Signac, Henri-Edmond Cross, Charles Agrand, Albert Dubois-Pillet "noktalama" tekniğini şaşmaz bir prensip olarak uygulamaya başladılar. Renkler, tüpten çıktıkları gibi, başka renkle karıştırılmadan, genel olarak küçücük dikdörtgenler halinde ve çok sık, birbirine çok yakın olarak tuvale sürülüyordu. Resimler, yakından bakıldıklarında, dama taşıyla benzerlik gösteriyorlardı. Binlerce küçücük karelerle örtülü dama taşları. Bu teknik, tabii, bütün tuval alanının tamamıyla örtülmesine engel oluyordu. Renk karelerinin birbiri üstüne binmemesi, egemenliklerini muhafaza etmeleri gerekiyordu. Bu yüzden, küçük renk karelerini ayıran boşluklarda resim tuvali, "muşambası" seçilebiliyor, renk karelerinin arasındaki bu boşluk Neo-Empresyonist tablolara daha büyük bir berraklık aşılıyordu.
Georges Seurat birkaç büyük kompozisyon yaptıktan sonra genç yaşında öldü. Bugün İngiltere, Amerika ve Fransa müzelerinde bulunan eserleri arasında en ünlüleri "Banyo", "Grande Jatte adasında bir yas sabahı", "Sirk", "Kafe-Şantan" gibi noktalama tekniği ile meydana getirilmiş büyük çapta eserlerdir.
Neo-Empresyonist ressamlar
Georges Seurat (1859-1891) —Paul Signac (1863 -1935) — Henri Edmond Cross (1856-1910) —Charles Agrand (1854-1926) — Albert Dubois-Pillet (1845-1890) — Theo Van Rysselberge (1862-1923) — Maximilien Luce (1858-1941) — Lucie Cousturier (1870-1925).
Öncü Sanat
Herhangi bir dönemde ortaya çıkabilen ve yaratıcılık alanındaki yeniliklerin başında gelen sanatçıları bir araya getiren sanatsal hareket. XX. yy'ın başlarında Avrupa'da doğan fütürizm (İtalya), dadacılık (Fransa ve Almanya) gibi akımlar, ortaya çıktıkları dönemin estetik anlayışında bir devrim yapmaya giriştiler. Sanatçıların ve yazarların ortaklaşa benimsedikleri XIX. yy. mirasını (simgecilik, izlenimcilik, vb.) tüketme isteği, öncü sanat olarak nitelendirildi. Öte yandan.bu hareketler tarihsel koşullara sıkı sıkıya bağlıydı. Sözgelimi, yeni tekniklerin gelişmesi (otomobil, sinema, radyo, vb.) fütürist sanatçıların görüşlerinde, Birinci Dünya savaşıysa dadacılığın nihilizminde büyük rol oynadı. Öncü sanat başlangıçta, değişik alanlardan (edebiyat, resim, müzik.vb.) yaratıcıları, hatta kimi zaman uzmanları (iktisat, toplumbilim, dilbilim, vb.) bir araya getiren bir topluluk hareketiydi ve çalışmaları estetik ya da siyasal etkinliğin anlamı konusunda giriştikleri ve sürdürdükleri tartışmalar üstünde yoğunlaşmıştı.
Böylelikle söz konusu etkinliğin işlevi ve anlamı konusunun yeniden ele alınmasına yol açmıştı. Sözgelimi, fütüristlere göre resmin verileri, hem hız, hem de kentçilik açısından yeniden düşünüldü. Dadacılıksa kendiliğinden anlatım adına her türlü sanatsal girişimi yadsıdı. Rusya'da biçimcilik, yazınsal yaratıya kesin ve şaşmaz bir dil çözümlemesiyle yaklaştı. Gerçeküstücülük edebiyatı, hatta herhangi bir etkinlikten başka bir şey olmayan şiiri gözden düşürdü, ama Andre Breton ozana bir aydınlatıcı, bir öncü sanatçı görevi yükledi. Öncü sanatın görevini en iyi biçimde gözler önüne seren akım gerçeküstücülüktür; ayrıca her öncü sanatın, görevini yerine getirdiği ölçüde giderek geçirdiği dönüşümü de sergiler. Öncü sanat, gösterileri, müdahaleleriyle, ortaya çıktığı dönemin kültürüne, sanatsal ve yazınsal ürünlerine karşı çıkar.Olumsuz evreyi oluşturan yaratı ve bildirişim yollarının kökten altüst edilmesini (sözgelimi, Marcel Duchamp'm ready made'levi [hazır-yapıt]) yapıcı bir dönem izler: Sanatçılarının, düşünürlerinin yapıtları ardından öncü sanat yeni bir anlatım dili (sözgelimi, otomatik yazı), yeni yorumlar (sözgelimi, Sade'ıh gerçeküstücü açıdan okunması) önerir.
Parnasizm
Parnasizm, «Sanat sanat içindir.» anlayışına dayanarak plastik güzelliğe önem veren ve dış âlemin tasviriyle egzotik şeylere merak sardıran bir edebî akımdır.Parnasizm, nesirden çok şiir sanatı üzerinde gelişen bir ekoldür.
Parnasizm, sanatı sosyal hayattan ayırmış, eşyanın ve dış tabiatın dış görünüşüne bağlamıştır. Ahlâkın gerdiği utanç perdesini yırtıp parçalamış, gözünü bu perdenin arkasındaki plastik güzellliğe »dikmiştir. Bunun yanında, yabancı ülkelerin âdet ve sırlarına, manzaralarına merak sardırmış, oraların bu özelliklerini mısralarında yaşatmaya çalışmıştır.
1. Plastik güzellik :Parnasizmin plastik güzellikten anladığı şey, vücutların dış yapı estetiğidir. Parnasizm, ahlâk kurallarını ve sakınmaları bir kenara atmış, vücudu soymuş ve onun heykelindeki ahengi seyre dalmıştır. Vücudun dış yapısındaki çizgi ahenklerini, renkler arasındaki uygunlukları sanatın diline getirmiş ve bu renklerle çizgilerden bir vücut heykeli yaratmaya çalışmıştır. Duygu ve ihtiras gibi iç yapıya ait örgüleri sanatın dışına atıp, insanı sadece dış yapısnın çizgileri ve renkleri içinde düşünen parnasizm, şiirin dış yapışma, yani şiirin dış şekline tamlık vermek için büyük çaba harcamıştır.
2. Şiirde dış yapı sağlamlığı :Eşyanın dışına bakan parnasizm, şiirin de dışına önem vermiştir. Mısrada mânadan çok, kelimelerin mısra içinde sıralanışları sırasında meydana getirdikleri ritim ve ses ahengi önemlidir. Yunan ve Latin heykellerinde göze çarpan şey, nasıl duygu değil de mermerin lekesiz beyazlığı ise, mısradan alacağımız şey de duygu değil, kelimelerin yarattığı ahenk ve ritimdir. Bu düşüncenin etkisi altında panasizm, kelimelerin mısraa yerleştirilmesinde çok hassas davranmıştır. Bu sebepledir ki parnaslar, mısraı, güzel bir şekilde yanyana getirilmiş bir kelime cüzisi olarak kabul etmişler, onun özünde bir duygu aramamışlardır.Parnaslar, eski Yunan şiirine yön çevirdikleri zaman, Yunan şairlerinin, de duyguya önem vermediklerini, mısraı meydana getiren kelimeler arasındaki ses armonisini önde tuttuklarını gördüler.
3. Egzotik şeylere merak :Parnaslar, içinde yaşadıkları toplumun özüne bakmadıkları için, onları daha çok tabiatın dış manzarası ilgilendirmiş, bu arada yabancı ülkelerin, sanata elverişli manzaraları ve âdetleriyle meşgul olmuşlar, buralardaki güzellikleri sanata, yani şiire getirmişlerdir.Parnasizm, aslında romantizme karşı bir tepkidir. Onun marazı tutumu, karakterlerin peşinden sürüklenişi, sanatı toplumun kucağına teslim edişi, parnas sanatçıların hoşuna gitmiyiordu. Bu sanatçılar, nerede dıştan bir güzellik görüyorlarsa oraya koşuyorlardı. Bunun için yabancı ülkelerin manzaraları, özellikle Yunanlıların sanat ülkesi, bu sanatçılar için bitmez tükenmez bir kaynak oluyordu.
4. Tarihteki olaylara özlem :Parnaslar, kendi çağlarındaki sosyal çöküntüler karşısında, kendi tarihlerindeki yükselişlere karşı bir özlem duymuşlar, bu olayları dış yapılarıyla mısraın ahengi içinde yeniden canlandırmaya çalışmışlardır. Bir muharebe meydanındaki at nalı sesleriyle kılıç şakırtılarının, top seslerini şiirin sesinde duyurmaya özenmişlerdir. Aynı tutumu, parnas bir şairimiz olan Yahya Kemal Beyatlı'da da görüyoruz. Konunun karakterine göre mısrada veya şiirin tümünde ses meydana getirmek, parnasizmin baş tasasıdır.Bu dört esas temele dayanan parnasizm, güzelliği duygusuz saadetin bir sembolü olarak düşünmüş, güzelliğe duygu karıştığı zaman huzursuzluğun doğacağını ileriye sürmüştür. Huzursuzluk, saadetin düşmanıdır. Saadetin olmadığı yerde de güzellik barınamaz.
Parnasizm, nazım sanatını vezin ve kafiyeden, başka bir şey olarak düşünmemiştir. Bunun için de kafiyeyi tekerleme haline getirinceye kadar uğraşmıştır. Kafiyeye bu derece önem vermelerinin sebebi vardır. Kafiye, mısralar arasında beliren ahenk ve ritmin en son kabartısıdır. Mısralar arasındaki sesler kafiyelerde armonize olur.Realizmin ve natüralizmin pozitivist görüşünü, parnasizm de kabul etmekle, tabiatın ve insanın dış yapılışını objektif bir gözleme dayanmaktadır.Bir bakıma göre parnasizm, realizmin nazımda aldığı şekildir. Çünkü parnasizmde realizmin birçok motiflerini görmek mümkündür.Parnasizm, bizim edebiyatımıza Servet-i Fünun akımıyla girmiştir. Fakat tam olarak Batı parnasizminin karakteri ve ölçüsünde değildir.
Batı'da parnasizmin ilk habercisi Th. Gautier'dir. Onu takip edenler Banville ve Lisle'nin çevrelerinde toplanan kırk kadar şairdir.
Pop Art
İngiltere'de 1954-1957 yılları arasında ortaya çıkan, 1959'a doğru da A.B.D'nde yaygınlık kazanan bir sanat hareketini belirtmek için kullanılan ve ingilizce Popular Art'ın (halk sanatı, popüler sanat) kısaltılmış biçimi olan terim.
İngiliz-Amerikan kökenli olan Pop Art hareketi gerçek anlamda birkaç sanatçının çalışmasından doğmuştur.
İNGİLTERE'DE
Soyut sanattaki geleneksel akımları yadsıyarak, çağdaş dünyayı olumlu bir bakış açısından yakalayıp kavramaya çalışan ve doğrudan doğruya kitle haberleşme araçlarından esinlenen bazı ressamlar, çalışmalarını katıldıkları pek çok sergiyle geniş kitlelere sunma olanağı buldular. Bu sergilerden ilki olan ve 1955'te İnstitute of Contemporary Art'ta düzenlenen İnsan, Makine ve Harekette Richard Hamilton ve Eduardo Paolozzi'nin yapıtlarına yer verildi; bu sanatçılar yapıtlarında "teknik gelişmenin, kurgu-bilime özgü istek ve düşleri en sonunda nasıl yakalayıp giderdiğini" algılanabilir kılmaya çalışmışlardı. 1956'da Hamilton'nun Kim Günümüzde Yuvalarımızı Bu Kadar Farklı, Bu Kadar Sevimli Kılabilir?adlı kolajı.This is Tomorrovv (İşte Yarın) olarak adlandırılan sergide sunuldu; Hamilton bu yapıtında "kentteki popüler kültür"ün fiziksel ve düşünsel uzamını kesin bir biçimde vermeye çalışmıştı. Ama İngiliz Pop Artı'nın gelişmesi, popüler kültüre özgü otomobil, moda resimleri ya da reklam temaları gibi öğelerin, "nesnel" bir biçimde çoğaltılmasına bağlı kalmadı. 1957'ye doğru Amerikan soyut sanatının etkisiyle, aralarında Richard Smith'in de bulunduğu bazı İngiliz Pop Art sanatçıları, soyut sanata doğru evrim geçirdiler; nesnenin çevresiyle ilgili sorunlara duyarlı olan bu ressamlar, görüntüyü (ya da resmi) bir yere "yerleştirmek" ve bunu sözgelimi bir Monet'nin Nilüferler'i ya da büyük bir ekrana yansıtılmış bir film sahnesi gibi çekici kılmak istiyorlardı. Manş ötesi Pop Art sanatçıları arasında önemli bir yeri bulunan ve resim sanatında telmihlere ve alıntılara yer vermekte usta olan Peter Blake'in bu biçim kaygısından (Kendi Portresi, 1961) tümüyle kurtulduğu görülür.
A.B.D'DE
A.B.D'in resim tarihinde Robert Rauschenberg ve Jasper Johns'un yapıtları, soyut anlatımcılıktan Pop Art'a geçişi sağlar. Rauschenberg, resmin sanata ve yaşama bağlı olduğunu, her ikisinin de imal edilemeyeceğine inanır ve bunları birbirinden ayıran boşlukta bir şeyler yapmaya çalıştığını söyler. Böyle söylemekle de kendi benimsediği yolu tanımlar ve "Pop" yaratıdan doğacak bütün anlam belirsizliklerinin nerede yer alacağını (sanat ve günlük yaşam arasındaki boşluk) belirtir. Daha çok grafik sanatlara ya da reklam kompozisyonlarına özgü tekniklere başvuran ve New York'ta "Amerikan Sahnesi" için çalışa Roy Lichtenstein, Andy Warhol, Tom Wesselmann, James Rosenquist ve Claes Oldenburg gibi A.B.D. Pop Artı'nın öncüleri, her şeye karşın türdeş bir sanat hareketi oluşturmayı başaramadılar.
Hepsi de dikkatleri, açıkça normal zamanda kimsenin ilgisini çekmeyen, hatta küçümsenen şeylere çekmeye çalışıyorlardı.
PEPSİ-COLA YA DA GÜNDELİK SANAT
Lichtenstein, saldırgan bir üslupla (Pop Art'ın mizahı gizlidir) çizgi romanların görüntülerini büyütmüş; bunlardaki sert grafik özellikleri ve soğuk bir biçim anlayışı, belirginleştirilmiş bir optik tramın yarattığı karşıtlık etkileriyle, iyice vurgulamıştır (Good Morning Darling! [Günaydın Sevgilim!], 1964).Andy Warhol ise ele aldığı bir yüzü (Marilyn Monroe, 1962) ya da bir konserve kutusunu şaşmaz bir biçimde dizisel olarak yineledi ve böylece önem taşıyan ya da taşımayan A.B.D. yapımı her şeyin nesnel olarak projeksiyonunu ortaya koydu. Öte yandan Wesselmann, resimle kolaj, sanat tarihi (Matisse, Modigliani) ile reklamcılık arasında "yansıma" etkisi olarak adlandırdığı şeyi yakalamaya çalıştı (Büyük Amerikan Nüleri). Rosenquist de Rauschenberg gibi dünyanın dev bir resimden başka bir şey olmadığım düşünür; bu dev resim, sanatçının "köhne resim uzamından" kaçıp kurtulduğu bir resimdir. Claes Oldenburg de söz konusu uzamı kesinlikle yadsır ve "ben, Kool-Art, 7-Up-Art, Pepsi-Art, Sunkist-Art, Dro-Bomb-Art, Pampry-Art, San-O-Med-Art, 39-Cents-Art ve 9.99-Art'tan yanayım" der.
POP ART VE YENİ-GERÇEKÇİLİK
Fransa'da Yves Klein, Arman, Christo, Tinguely, Spoerri, Martial Raysse gibi, ürünleri geleneksel olarak soyut çalışan sanatçıların yapıtlarına karşı olan bazı ressamlar, 1960 yıllarında sanat eleştirmeni Pierre Restany' nin "yeni-gerçekçilik" olarak adlandırdığı akım çerçevesi içinde ele alındılar. Son derece ilginç olan, ama uzun süre Pop Art içinde ele alman bu hareketin, Pop Art'tan farklı olduğunu ve sanat ile gerçeklik arasındaki bağıntıları apayrı biçimde ele aldığını belirtmek gerekir.
Popülizm
Fransa'da 1929 yılında Andre Theri ve (1891-1967) ve Leon Lemonnier (1890-1953) tarafından kurulan ve gerek estetik anlayışı, gerekse işlediği konular bakımından doğalcılık (natüralizm) ile yakın ilişkisi bulunan edebiyat akımı.
Popülizm "kararmış ruhlar"ı, tekdüze, makineleşmiş bir işte çalışan yoksul insanların ve halkın yaşamını işler; doğanın geri kalan bölümü gibi insanın da aynı gerekircilik kuralına bağlı olduğunu gösterir. , Andre Therive 1927'de Şans âme (Ruhsuz) adlı yapıtını yayımlayarak popülist romanın bir örneğini vermişti.-Bu kitabın yayımlanmasından kısa bir süre sonra popülist diye adlandırılan akım doğdu ve bu akıma bağlı yapıtların derin bir özgünlüğü bulunduğu ve yapıtlardaki kişilerinse etkileyici, insanı sarsan özellikler taşıdıkları görüldü.
Bu akımın önde gelen yazarları, yüceliği olmayan işlere kesin bir biçimde bağlanarak makineleşmiş insanları anlatan Eugene Dabit (Hdtel du Nord [Kuzey Oteli, 1929]; Faubourg de Paris [Paris'in Kenar Mahalleleri, 1933]; Trains de vie [Yaşama Biçimleri, 1936]); işçi ve kenar mahalle yaşamını, yoksulluğu, insanın yarınına güven duyamamasmı işleyen Henri Poulaille'dır (Le Pain quotidien [Günlük Ekmek, 1930]; Les damnes de la Terre [Yeryüzünün Lanetlileri, 1935]; Les Rescapes [Kurtulanlar, 1938]). Eugene Dabit'nin (1898-1936) tekdüze görüntülerden, insan yüzlerinden, küçük öykülerden,' 'yaşamkesitleri' 'nden oluşan ve herkesin bildiği bir işçi otelinin çerçevesi içine oturtulmuş olan Hotel du Nord adlı romanı, popülizm akımının oluşması sırasında eleştirmenlerin ilgisini çekti. Bu yapıt, yerlerinden.yurtlarından ayrılmış, kalacak belli bir yeri olmayan, yaşamlarındaki en önemli şeyin yalnızca saçma bir iş olduğu insanların romanıdır. Yapıttan derin bir hüzün, bezginlik, ezilmişlik ve yalnızlık duyguları yükselir.
Aynı hava Henri Poulaille'nin (1896-1980) romanlarına da egemendir. Gerçekten de Poulaille'nin yapıtlarındaki kişilerin tümü, insanların, baskının, gecekonduların, bencilliğin, hastanenin, vb'nin kurbanlarıdır, olayların ve tarihin akışı içinde sürüklenirler. Poulaille, acıyı, düzensizliği, iş yaşamında ortaya çıkan anlaşmazlıkları ve kenar mahalle yaşamındaki havayı dile getirirken yalnızca işçi yaşamının sevinçlerini, bıkkınlıklarını, uğraşlarını, hak arama eylemlerini yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda, tüm bir dönemin kargaşasını da verir.
POPÜLİZM AKIMININ ETKİSİ
Doğalcılık geleneğiyle bir araya gelebileceklerine inanmayan Jean Prevost (1901-1944 [Rachel, 1932]), Andre Therive [Anne, 1932; Fils du jour [Zamane Çocuğu, 1936]) ve Leon Lemonnier (La femme şans peche [Günahsız Kadın, 1927]) bir "akademik" popülizm anlayışı oluşturdular. Bununla birlikte, bu hareket Louis Guilloux (1899-1980) [LeSangnoir (Kara Kan, 1935)] ve Louis-Ferdinand Celine'in (1894-1961) [Voyage au bout de la nuit (Gecenin Sonuna Yolculuk, 1932)] üstünde de etkisini gösterdi.
Realizm
Realizm, pozitivizmin etkisi altında, hayali ve duyguyu yenme akımıdır.Realizm, gerek akıl, gerekse hayal yolundan eşyanın ve tabiatın gerçeğine ulaşmanın mümkün olamıyacağma inanmaktadır. Aklın bulduğu ölçüler objektif değildir. Hayal ise zaten tabiatı bakımından gerçeğin zıttıdır. Bu sebeple insan kalbine ve toplum psikolojisine bu kanallardan girmek doğru olamaz. Çünkü verdikleri sonuçlar yanlıştır. O halde sanatta yapılması gereken şey, ilmin metodlannı kullanmaktır. Şimdi bunun nasıl olacağını anlamaya çalışalım :
1. Çevrenin insan üzerindeki etkisi :Realistlere göre, çevrenin insan üzerindeki etkisi çok büyüktür. Toplumun gösterdiği akış, fert olarak yaşayan insanı, birtakım âdet ve örfleriyle baskı altında tutmaktadır. İnsanın, istese de, istemese de toplumun akışına uymak zorunda olduğu, bir gerçektir. O halde her şeyden önce sanatçı, olayı, olayı yaratan kişilerin çevresini, iyi bir gözlemle tanımak zorundadır.
Çevremize bağlı maddî şeylerin insan üzerindeki etkisi umursanmayacak şey değildir. Örneğin düzenli bir eşya, insanın ruhunda bir rahatlık meydana getirir.Bu böyle olmakla beraber, insanın da maddî çevre üzerinde etkileri vardır. Bir odadaki eşya düzeni veya düzensizliği, sahibinin psikoloj isindeki düzeni veya dağınıklığı göstermesi bakımından çok önemlidir. Ruhsal bakımdan derbeder olan bir kimsenin giyimiyle, yönü belli olan davranışların sahibi olan bir kimsenin giyimi arasında büyük farklar vardır. Her ikisinin de giyimleri, aynı kumaştan aynı terzi eliyle yapılmış olsa bile, fark gösterirler. Birisininki daha düzgün, ütülü ve temizken, ötekininki daha dağınık, lekeli ve ütüsüzdür. Bu giyiniş farkları, onların ruhsal bakımdan dağınık veya toplu olduklarını gösterir.Bu açıklamalardan şu çıkıyor ki, realistler, klasiklerin «Çevrenin insan davranışları üzerinde hiçbir etkisi yoktur.» şeklindeki düşüncelerine karşı oluyorlar.Bu sebeple realistler, eşyadan iklime kadar her şeyin insan psikolojisine etki yaptığını kabul ediyorlar. Onun için gerek çevrenin, gerekse insanın dış yapısının tasvirine çok önem veriyorlar. Realistler, insanın dış yapısındaki önemli farkların, o insanın psikolojisinde büyük yansımalar yapacağını kabul ediyorlar. Bir insanın çirkinliğinin, kaba yapılı oluşunun, organlarındaki eksikliklerin, onu, çeşitli davranışlara sürükliyeceğini ileri sürüyorlar. Bu bakımdan da dış yapının tarafsız tasviri çok önem taşıyor.Kişinin de toplum üzerinde bir etkisi vardır. Sanatçının bunu da görmesi ve karşılıklı olan bu etkinin şiddetini ve derecesini gerçek ölçüleriyle görmesi gerektir.Sanatçı, vesikalara dayanan bu görüşlerini tarafsız bir tasvirle ele almalı, tarafsız bir anlatımla onun gerçekliğini ortaya koymalıdır.
2. Realizmde anketçilik :Realistler, olayın doğruluğunu ve şaşmazlığını sağlayabilmek için, o olayın nedenlerini anlamak maksadıyla anket açmışlar, özellikle birçok kadınlardan hâtıra defterleri istemişlerdir. Ayrıca samimî itiraflarını bildiren mektup göndermelerini telkin etmişlerdir. Bu alandaki davranışları bakımından Goncourt'ların, Flaubert'in hatırdan çıkarılmaması gerektir. Alphonse Daudet'nin yazacağı eserlere malzeme hazırlamak bakımından tuttuğu ve sonradan yayın alanına çıkan küçük not defterleri herkesçe bilinen bir şeydir. Yine Tolstoy'un bir muharebenin akışını, realist ve tarafsız bir görüşe bağlayabilmek için, günlerce at üstünde, elinde askerî harita olmak üzere, muharebe, meydanında dolaştığı herkesçe bilinir.Bütün bunlar gösteriyor ki, realistler, olaylara kendi hayallerinin arzusuna ve gücüne göre şekil vermiyorlar, olayın çevresini bizzat görmeye çalışıyorlar. Bu sebepledir ki Flaubert'in Madame Bovary adındaki romanının gerek olayı, gerekse bu olayla ilgili kahramanlarının hepsi gerçektir. Yani Madame Bovarynin olayı olmuş bir olaydır, kahramanları da gerçekten yaşamış kimselerdir. îkinci derecedeki olaylarla, bunlara bağlı kişiler de gerçektir.
3. Realizmde karakter ve töre :Realist bir sanatçı olduğu sonradan anlaşılan ve birçok realist sanatçıya ışık tutan H. De Balzac ve Tolstoy, romantikler gibi karakter üzerinde durmuşlardır. Balzac'ın karakter yaratmaktaki dehası, 1800-1850 Fransa'sını bütün canlılığıyla sanatta yaşatmıştır.Goncourt kardeşlerle bunlara paralel sanatçılar ise, karakter üzerinde durmamışlar, daha çok töreye bağlı kalmışlardır. Böylece realist sanatçılar arasında iki ayrı görüş meydana gelmiştir. Bu iki ayrı görüşe bağlı sanatçılardan töreciler, daha büyük önem kazanmış, realizmi gerçek anlamıyla bunlar temsil etmişlerdir.Karakter, romantizmde de gördüğümüz gibi, bir insanı öteki insanlardan ayıran özelliklerdir. Yani birinin ruhsal davranışlarının ötekilerden farklılığı, onun karakterini meydana koyar.Töre ise bir insanın, belli bir sınıf insanlarıyla olan benzerliklerini belirtir. Tabiî bu sınıf, o insanın bağlı bulunduğu sınıftır.Karakterle uğraşmak, yani onu tasvir etmek, kuvvetli insanları belirtmek; töreye bağlı kalmak da orta kabiliyetli insanları göstermek demektir.Realizm buradan harekete geçerek yüksek ve kuvvetli şahsiyetlerle meşgul olmamış, daha çok silik ve aşırı özellikleri olmayan kişilerin hayatını ele almıştır. Örneğin realizm için Napolyon hiçbir şey ifade etmemektedir. Buna karşılık küçük bir subay ve hattâ er, büyük bir önem taşımıştır.
4. Realizimde gözlem (müşahede) :Realistler, çevrenin çok kuvvetli ve objektif bir gözlemle incelenmesini isterler. Yalnız burada dikkat edilecek nokta, bu gözlem, yazarın kişisel ölçülerine göre olmayacaktır. Çevrenin gözlemi, olayın içindeki kahramanın gözlemine bağlı kalacaktır. Yani eserin kahramanı, bulunduğu çevreyi nasıl ve hangi taraflanyla görüyorsa, yazar, onun bu görüşüne bağlı ve sadık kalacaktır. Kendi görüşüne göre o çevreyi tasvir etmekten şiddetle kaçınacaktır. Çünkü çevrenin etkisi altında olayı yaratan kişinin gerçek davranışlarını sanata gerçek olarak aktarmak, ancak böyle bir tutumla mümkün olur.
5. Realizmde tasvirin önemi :Realistler, tasvire, romantiklerden daha çok önem vermişlerdir. Yalnız tasvirin tarafsız olması şarttır. Roman kahramanının şu veya bu şekildeki davranışları üzerinde, çevrenin büyük etki gösterdiği bir realite olarak kabul edilince, bu etkinin hangi bakımdan olduğunu ve kahramanın bu etki karşısında, davranışlarına nasıl bir yön verdiğini gösterebilmek için tasvire ihtiyaç vardır. Ancak tasvir yardımıyla, olayları kavrama gücümüz, sebepten sonuca doğru kayarak kişilerin psikolojik yapısına inebilir. Çünkü kişinin davranışları, çevresiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Kişinin âdet ve örfler karşısındaki tutumunu, yani bunlar karşısındaki esaretini veya kaçışını belli bir sebebe bağlamak zorunu vardır. Bu sorunları ortaya koyacak ve bir sonuca bağlayacak şey, tasvirdir.
6. Realizmde, dramın ve olayın en aza inmesi :Realizm; Neron, Napolyon gibi kişilerle ve bunların meydana getirdikleri çılgınlıklarla ilgilenmemiştir. Büyük maceralar, önüne geçilmez ihtiraslar realizmde yer bulmamıştır. Realist sanatçılar, daha çok çevrelerinin örf ve âdete bağlı hayat şartlarına uymuş, zamanlarının ortak güçsüzlüklerini, düşüncelerini, tasalarını taşıyan alelade insanları ile almışlardır.Dram, bir ihtirasa bağlı olarak meydana gelen bir aksiyondur. Neron, Napolyon ve benzerleri gibi kişiler aksiyonlarını ihtiraslarıyla yaratmışlardır. Halbuki alelade insanın aksiyonu yoktur. O, çevresinin etkisiyle hareket eder. Çevresi onu nasıl sürüklerse o da öyle gider. Fakat aksiyon sahibi, ehramını kendisi yaratır. Şu halde, madem ki aksiyon örf ve âdete aykırı bir davranıştır, realist sanatçıya konu olamaz. Çünkü bir insanın en alımlı tarafı, ihtirasının ayaklandığı ve ruhsal bir buhran içinde bocaladığı andaki olmasını istediği iş değildir. Onun en alımlı tarafı, belli bir davranışını gösteren her günkü alışkanlıklarıdır. Bu sebepledir ki realizm, doğrudan doğruya günlük hayatın içine girmiştir.
7. Realizmde dil :Realizm edebî üslûba çok büyük bir önem vermiş, anlatımın sağlam ve ölçülü olması için elden gelen gayreti esirgememiştir. Natüralistlerde olduğu gibi, kahramanı, bağlı bulunduğu sınıfın diliyle konuşturmamış, fikirlerin ve duyguların belirtilmesinde kelimenin edebiyattaki fonksiyonundan faydalanmaya çalışmıştır. Zaten tasvire çok önem veren bir sanat anlayışının, çevre ile düşünce arasındaki bağıntıyı belirtebilmek için, özentili bir dil kullanacağı tabiîdir. Bu böyle olmakla beraber, dile felsefî bir anlatım karakteri verilmiş değildir.
a) Realist romanlarda, yazar, romanın dışında kalmıştır. Yani romantizmde olduğu gibi, yazar kendi kişiliğini, roman kahramanının şahsında temsil etmemiştir. (Romantik eserin özünde, yazarının düşünceleri yaşar. Olay olduğu gibi değil, yazarın olmasını istediği şekilde meydana gelir. Romantik romanlarda çarpışan fikirler, yazarın kendi fikirleridir). Realist eserlerin ruhunda ve kahramanların kişiliklerinde sanatçıdan bir iz bulunmaz. Her şey objektif ve vesikalara bağlı bir görüşle işlenmiştir.
b) Esere hayal unsurlarını karıştırmak suretiyle onun örgüsünü gerçek dışı birtakım malzemeyle işlemek, sanatçıyı realizmin dışına iter. Realizmin karşısında hayalin hiçbir değeri yoktur. Çünkü hayal, hakikatin düşmanıdır. Hayal her şeyi yumuşak bir havla örtmekte, gerçeğin sert yüzünü kapatmaya çalışmaktadır. Halbuki gerçek, çirkin de olsa o haliyle görünmelidir.c) Realizmde sanatın gerek ahlâk, gerek din ve gerekse sosyal bakımlardan hiç bir gayesi yoktur. Yazarı bir ahlâkçı olarak düşünmek hatalıdır. Çünkü onun yaptığı şey sadece tarafsız bir gözlemdir. Onun için sanatçıyı, günlük hayatın içine giren, orada ne varsa sanata çağıran bir kimse olarak düşünmelidir. Açık olarak ortaya konan bir şeyin çirkinliği varsa, bu, o şeye aittir. Bunda sanatçının bir kusuru yoktur. «Tabiatı ahlâksızlıkla suçlamak, nasıl kimsenin aklından geçmiyorsa, gerçeğin çirkin taraflarını gösteren romanı da kimse suçlamamalıdır.»
Realizm, romantizme karşı bir tepkidir. Çünkü romantikler hayal gücüne dayanmışlar, hayatı olduğu gibi görmekten kaçınmışlar, kendi arzularına göre bir hayatın teşekkül etmesine çalışmışlardır. Halbuki hayat, ne klasiklerin akılcılığına göre şekil alıyor, ne de romantiklerin hayal kanatlanılın üstünde uçuyor. Hayat, kendi kanun ve nizamlarına göre, derin yatağı içinde, hiç kimsenin arzusuna boyun eğmeden akıp gidiyor.
Realizm 1850-1880 yıllan arasında yaşamış bir edebî akımdır Yaratıcıları Honore De Balzac, Tolstoy; karakterize edenler Flaubert, Goncourt kardeşler, Alphonse Daudet, Maupassant’tır. Bu arada E. Zola'yı da realistler arasına koyanlar vardır. Zola, realizmin kuruluşunda payı olmakla beraber, natüralisttir.
Ressam Gıtstay Courbet (1819-1879)'in "Realizm adını verdiği akım doğrultusunda yaptığı eserler,sanatçının ve toplumun kendi gerçeğine dönüşünün işareti sayılmıştır.Courbet, sanattaki amacının, kendi anlayışına göre zamanın görünüşünü ve fikirlerini yansıtmak olduğunu belirtir. İnsan olarak yaşamlardan yaşatmak istemiştir
Courbet'ten başka, daha önce değindiğimiz F. Millet, Hanore Daumiev (1808-1879) Realist hereketin önde gelenlerindendir.Yeau Baptiste Camille Corot (Koro), yaptığı açık hava manzaralarında ışık atmosfer olaylarını büyük bir ustalıkla yansıtmıştır. İzlenimci akıma zemin hazırlamıştır. Narmi Köprüsü, Mortefontaine Anıları eserleri arasındadır. XIX. yy. sonlarına kadar daha birçok sanatçı, Realizmin amacına uygun eserler vermiştir.
Romantizm
Romantizm, XVIII. Asrın ikinci yarısında, klasizme bir tepki olarak meydana gelmiştir. Romantizmin doğmasına, Fransa'daki siyasî çevre, sosyal dertler, rejim baskısı birer sebep olmakla beraber, klasizmin sanatçıyı sıkan ve kavuran kuralcılığı önemli rol oynamıştır. Romantizm'e göre Klasizm, sanatçıyı, kıskıvrak bağlamış, düşünce ufkunu daraltmış, yaratma gücünü frenlemiştir.
Fransa'da devlet idaresinin, halk üzerindeki derinliğine baskısı almış yürümüş; vergiler, idamlar, sürgünler, rüşvetler, dalkavukluklar şirazesinden çıkmış; açlık ve perişanlık milletin ensesine çökmüş; insanlık haysiyeti kökünden kazınmaya başlanmışken klasizm, hâlâ kendi kuralları içinde ideal insan lığın peşinde koşuyordu.
Sanatçı, bir milletin özünden çıktığı gibi, sanat da o milletin olgularından doğar. Halbuki klasik sanatçılar, halka sırtlarını çevirmişler, aristokrat sınıfın incelik ve zarafetine bağlı kalarak ruh kuyularının ağzına oturmuş, dibini gözetliyordu. Durum böyleyken romantik sanatçılar, sanatın ihtilâl bayrağını açtılar. Klasizmin 1660'dan beri sürüp gelen bütün kurallarını köklerinden söküp atmaya başladılar. Daha önce İngiltere ve Almanya'da başlayan bu hareket Fransa'da hızlandı, genişliğine ve derinliğine gelişti.
Victor Hugo, Lamartine, Vigny, Dumas Pere, Musset, Georg Sand, Saint-Beuve gibi sanatçılar, birbirlerinden ayrı karakterlere sahip olmalarına rağmen, büyük bir şevk ve heyecan içinde, romantizmin binasını kurmaya çalıştılar.
1. Tabiat sevgisi :Romantizm, klasizmde olduğu gibi tabiatı sadece aklın denetimine bağlı ruhsal davranışlar topluluğu olarak düşünmemiştir. O, Allah tarafından yaratılmış ne varsa hepsini tabiatın içinde düşünmüş ve görmüştür. Dağlar, taşlar, denizler, eşyalar, hayvanlar, insanlardan meydana gelen büyük kompozisyona gözünü çevirmiştir. Tabiatta ve hayatta ne varsa korkusuzca sanata çağırmış, onların yapısından kendi anlayışına göre şekiller çıkarmıştır.
2. Hıristiyanlık duygusu :Romantizm, hıristiyanlığa klasikler gibi dogmatik gözle bakmamış, onun şiire çok uygun düşen lirizmini içinde duymaya çalışmıştır. Aklın koymuş olduğu din kurallarını bir kenara itmiş, onun içine, duygu kanalıyla girmiştir. Çünkü hıristiyanlık, bütün insanlara iztırabı, hayatın ayrılmaz bir parçası olarak gösteriyor, buna tahammül etmenin sırlarını haber veriyordu. Hıristiyanlığa göre insanda iki varlık bulunuyor :
1. Ölümlü olan vücut varlığı
2. Ölümsüz olan ruh varlığı
Ölümlü olan vücut varlığı, ihtirasların ve iştahların esiri olan varlıktır ki yok olmaya ve çürümeye mahkûmdur. O din mitolojisine göre topraktan gelmiş, anası olan toprağa dönmek zorundadır.Ölümsüz ollan ruh varlığı ise, hayallerin ve heyecanların kanatları üstünde göğe doğru çekiliş halindedir.Bu iki varlık arasındaki zıtlık, dramın orta direğini teşkil ediyor. Hayatta sanatçının içine akan ıstırap, tesellisini yaşayan varlıkta buluyor ve ruhun derinliklerinde ilâhî bir çehre kazanıyordu. Hıristiyanlıktaki lirizm, şiirdeki lirizmle bir ahenk meydana getiriyor, böylece bir iman halinde ruhlara akıyordu.
3. Zıtlık (tezat) :Romantizm, tabiatta ve hayatta birbirine zıt ne kadar şey varsa, hepsini sanata getirmiştir. Sanatın gücü de bu zıtlığa dayanmaktadır.Gerçek aşkla fahişelik; diğergâmlıkla bencillik; ilkbaharla sonbahar; fecr ile akşam karanlığı gibi tezatlar romantizmde hayat bulmuştur.
4. Karakter :Klasizmde esas olan karakter değil Tip'ti. Romantizm, bunun tam tersine, karakteri esas olarak kabul etmiştir. Bir kimsenin başkalarınkine benzemeyen dış yapısı, romantikler için en alımlı tutamak olmuş, klasiklerin zıttına olarak kuvvetli tasvirlerle sanata getirilmiştir. İçgüdülere bağlı olan davranışlar, romantizmde öne çıkmış, derinliğine tasvirlerle insanların ruhsal farkları belirtilmiştir Kişilik, bütün insanları birleştiren zekâdan değil, insandan insana değişen ve her insanın özüne göre şekil alan duygudan gelir.
5. Marazîlik :Romantizmin niteliklerinden birisi de marazî oluşudur. Yani hasta bir edebiyattır. Bu şu demektir romantik sanatçılar, daha çok sarı renkten hoşlanmışlar, gözlerini bu renk üzerinde dinlendirmişlerdir. Yeşil yapraktan çok, sonbaharın dökülen sarı yaprakları; fecirden daha fazla akşamın sarı ufku ; aydınlıktan ziyade gölge; ateşli bir dudaktan daha çok veremli bir göğüs, romantik sanatçılara daha uygun gelmiş ve bir melankoli içinde bu konuları işlemişlerdir.Bu edebiyatın marazî oluşundaki sebeplerden biri de Fransa'daki büyük kanlı ihtilâlin birtakım felâketler içinde kaybolması ve bir yangın yeri gibi hiçlik göstermesidir. Ümidi kırılan sanatçı, tesellisini tabiatta bulmuş, göl ve nehir kenarlarına çekilerek bazan içini dinlemiş, bazan da tabiatın canlılığından hayat bulmaya çalışmıştır.
6. Dramatik oluş :Romantizme göre, her şey, sonsuz bir yokluğa doğru gitmektedir. Şimdi olan biraz sonra yoktur. Bir bakışıyla birçok gönülleri içinden sarsan gözler, ateşli öpüşleriyle sinirlere ateş salan dudaklar, zamanla ferlerini ve ateşlerini kaybediyorlar ; bütün güçleriyle hayatın dallarına tutunsalar bile, yine takatleri tükeniyor, tutundukları dalları bırakmak zorunda kalıyorlar. Birtakım saltanatlar, çılgınca aşklar, feryatlar, isyanlar, zindanlar, kurtuluşlar, sevinçler... durmadan yokluğa doğru akıp gidiyorlar. Bütün bunlar, sanatçıyı düşündürüyor ve hayatı büyük bir dram olarak onun karşısına dikiyorlar. Zaten hıristiyanlık, insanı, ölümlü ve ölümsüz iki varlığa ayırmakla dramın sahnesini kurmuş bulunuyordu.
7. Millî tarih ve yerli renk :Romantik sanatçılar, klasiklerin tersine, Ortaçağ'a dönmüşler, derebeylerin ve şövalyelerin ihtiraslarını, esrarlı şato eğlencelerini, korkunç zindanlarını, türlü entrikalarım, cellâtlarını, öğünçlü öğünçsüz sahnelerinin hepsini sanatın içine doldurmuşlardır. Bunlardan başka, olayın geçtiği yerin ve. zamanın bütün renkleri, kuvvetli tasvirler içinde romantik sanatı süslemiştir.
8. Tasvircilik :Klasizm, tasvire iltifat etmemiş, onu hayallerin anlatımına yarayan bir araç olarak kabullenmiş, aklın karşısında da hayalin yeri olamayacağından onu, bir anlatım aracı olarak sanata sokmamıştır. Romantikler tasvire sıkı sıkıya sarılmışlar, üslûbun en kuvvefli nitelikleri arasına koymuşlardır. Çünkü karakterin çiziminde tasvirin sihirli kudretine şiddetle ihtiyaç vardı. Bu bakımdan romantikler, ruh tahlillerine ve dış portrelere çoık önem vermekle birlikte, olayların zembereğini gösterebilmek için derinliğe inişlerde tasviri merdiven olarak kullanmışlardır. Bu sayede üslûp kuvvet, sanat da renk kazanmıştır.
9. Tabiatın sahneye girmesi :Klasizm yere ve zamana önem vermediği için, sahnede dekor diye bir çabaya düşmemiştir. Hattâ dekor, eserin ruhunu bozar, korkusuna kapılmıştır.Romantikler bunu böyle düşünmemişler, tabiatı olayın ayrılmaz bir parçası saymışlar, bir nehir veya göl kenarını, sahneye, konunun dekoru olarak getirmekle beraber, âdetler örfler ve giyimler tiyatroda önem kazanmıştır.
10. Romantizmde dil :Romantizmde nasıl iyi kötüyle, güzel çirkinle yanyana yaşayacaksa, dilde de bir sınırlama olmayacaktır. Nasıl tabiat ve hayat, olduğu gibi sanatın kapısından rahatça giriyorlarsa, bir dildeki herbiri bir fikrin anlatıcısı olan bütün kelimelerin de sanata girmelerinde bir sakınca yıoıktur. Şu halde güzel ve çirkin kelime diye bir ayırma yapılamaz. Eğer bir şeyi, sanat, malzeme olarak kullanmışsa, o şey kötü değildir. Bu görüşe bağlı olarak her türlü fikir ve duyguyu anlatmada gerekli olan kelime, romantizmin dilinde yer almış, anlatım, konunun karakterine göre daha renkli duruma gelmiştir.
Romantizm ilk denemelerini tiyatro alanında yapmış, daha sonra romana dönmüştür. Bu arada şiir de kendi yerini korumuştur. Victor Hugo, Hernani adındaki tiyatrosunu yazıp sahneye koyduğu zaman, klâsik sanatçılarla romantik sanatçılar arasında önemli bir çatışma oldu. Buna edebiyat dünyasında Hernani savaşı denir. Bu çatışmada romantizm, klâsizme karşı, sanatın bağımsızlık bayrağını çekmiş öldü.Romantizm, roman alanında daha çok eser verdi ve daha büyük bir başarı elde etti.Romantizmde yukarıda söylendiği gibi zıtlar çarpıştırılmıştır. Örneğin büyük bir vatanseverle vatansız bir adam, canavar ruhlu bir evlâtla müşfik bir anne, sıhhatli bir vucudun kahkahalarıyla veremli bir göğüsün iniltileri romantik eserlerde çarpıştırılmıştır.
Romantizm, alt kademedeki halka hitap etmemiş, konularını oralardan almamış, daha çok orta sınıfla yukan sınıfın mücadelelerinden seçmiştir. Anlatım, klasizme göre daha ağır ve daha sanatlıdır. Üslûp özentili ve şairane tasvirlerle süslüdür.
Romantik ressamlar, figürlere istenilen ifadeyi kazandırmak için çizgileri aşıp, biçimleri renk kitleleriyle ortaya koymaya çalışmışlardır.Romantizm, XVIII. ve XIX. yy.'da büyük çapta tutulmuş, Francisco de Goya, Theodore Gericault, Eugene Delacroix gibi önde gelen temsilciler pek çok eser vücuda getirmişlerdir.
Romantizm, manzara ressamlığının da önemini artırmıştır. Neoklâsiklerden bütünüyle kopup Romantizme yönelen B. Camille Corot (1796-1875), dönemin ünlü peyzajcısıdır. Bağlandığı şey, manzaranın arı atmosferi, gök yüzünün saydamlığı, tabiatın iç açıcı renkleridir. O da diğer Romantikler gibi sanatında duygularına öncelik vermiş, sanat için sanat yapmıştır.
Manzara resmine önem veren sanatçılar Barbizon yakınlarındaki ormanlara giderek resim yapmışlardır. Böylece 1830 Ekolü de denilen Barbizon akımının doğmasına yol açılmıştır. John Constable , W. Turner (1775-1851), R. P. Bonington (1802-1882), Theodore Rousseau (1812-1869) önde gelen manzara ressamları arasındadır.Manzara ressamı Contable'm çalışmalarım Francois Millet (Fransua Mile), manzaradan figüre geçerek, insanla tabiat arasındaki ilişkileri yorumlamıştır.
Manzara ressamları ele aldıkları konu (tabiat) ve bunda aslına bağlı kalınmasının bir gereği olarak gerçekçi (realist) sayılmaktadırlar. Kaldı ki, Realist resmin öncüsü Courbet, son yıllarında tabiatla ilgili çalışmalar yapmıştır.
Sembolizm
1885 yılından başlayarak 1902'ye kadar devam eden sembolizm, parnasizm'e bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.Sembolizm, kelimelerin musikisi ve sembollerin yardımıyla duyguların en küçük parçalarına inmeye çalışan bir edebî akımdır. Romantikler coşkunluk içinde bulunan duyguların peşinden, realistler ve natüralistler ilim metotlarının sert adımlarının arkasından gidiyorlardı. Parnaslar ise, eşyayı dıştan seyrediyorlar, onun sırrına girmiyorlardı.
Sembolistler, eşyanın dış yapısındaki sert görünüşten kaçıyorlar, onu gölgenin kucağında, kızıllığın ateşinde, kısık bir lâmbanın ışığında görmeye çalışıyorlardı.Charles Baudelaire in öncülüğünde Varlain, Rimbaud ve Mallarme'nin temsil ettiği sembolizm, duygu parçalarını, mısraı kuran kelimelerin ahengine oturtmaya ve bu duyguların düşünce yoluyla değil, ses yoluyla içe akmasını istemektedir.Güzellik, parnasların sandığı gibi her zaman plastik değildir. Duygulardaki güzellik, plastik güzelliğin çok zaman önüne geçer. Plastik güzellik sadece vücudun dış yapısına bağlı kalıyor. Halbuki bu güzellik bile, duygu yardımıyla anlaşılır. Güzeli güzel kabul eden şey, duygudur. Duygunun bu ayırma gücünü ihmal edemeyiz.
1. Hayal :Sembolizm, eşyayı kendi sert realitesi içinde görmekten kaçınmaktadır. Bakışlar eşyanın içte aldığı şekle çevrilmiş, dışarıdan içe akseden parıltılar seyredilmiştir.Her şeyi bir rüyadaymış gibi görmek, açıklık ve netlikten kaçmak, sembolizmin baş tasasıdır. Eşya bir sis perdesi arkasında kalamlı, hayalimiz onu nasıl görebiliyorsa öylece kabul etmelidir. Çünkü güneş ışığı gibi sert ışık altında eşyanın ince çizgilerini görmek mümkün olmakla beraber, kaba çizgilerini görmek de var. Halbuki gölge altında eşya, hayalin, güzeli anlayış yeteneğine doğru uzanır, işte hayalimizin teshil ettiği bu güzellik doğrudur.
2. Sükût :Sembolizm, çığırtkanlıktan şiddetle kaçınır. Onun için karanlıklara doğru çekilip giden ve silinen ses, hayatı sessizliğe doğru çeken aksamın habercisi kızıl guruplar, dinamizme fırsat vermeyen alaca karanlıklar, kendi haline bırakılmış eski parklar, «sararmış yapraklar, durgun sular, perdelerde gezinen gölgeler» sembolist şairin sanatını süsleyen şeylerdir.
3. Lirizm ;Sembolizme göre sanat fikre değil, duyguya hitabedecektir. O halde şiir, içimizde birtakım ürperişler meydana getirmelidir. Bu da ancak lirizmle olur. Lirizm, tabiat, sevgi ve ölüm gibi ortak temler üzerinde, şirin, kendi duyumlarını sevdalı bi şekilde anlatmasıdır. Lirizm bu olunca, şair, akşam kızıllığındaki bir tabiat parçasını, ya da perdede gezinen bir gölgeyi kendi duyumlarına göre, bizde bir estetik heyecan uyandıracak güçte anlatmalıdır.
4. Sübjektiflik :Sembolizmde şiir, hitab etmek veya tefsir edilmek için meydana getirilmiş değildir. Her okuyan kimse, şiiri, kendi ruhunun titreşim kabiliyetine ve kişisel yöneltilerine göre duymalı ve anlamalıdır, Anlama, şiirin fikrine ve maksadına ulaşma gibi klasik kavram içinde düşünülmemelidir. Duyma da, şiirden bir şey anlamadır. Sembolizm, şiirin duyumla anlaşılmasını ister.Sembolizmde sübjektifliği iki yönlü olarak düşünmek gerektir. Bunlardan birisi sanatçıdan, öteki de okuyucudan gelen sübjektifliktir. Sanatçıdan gelen sübjektiflik, sanatçının duyum gücüne, okuyucudan gelen de onun seziş gücüne bağlıdır.
5. Sözden daha çok musikiye yakın bir anlatım :Sembolizm, veznin kalıplarına sıkışıp kalmayı sevmediği gibi, kafiye mecburiyetinden de hoşlanmaz. Bunun içindir ki serbest nazım, sembolistlerin çağında ortaya çıkmıştır. Şiir, vezin ve kafiye kurallarına denk getirilmesi tasasıyla gelişigüzel kelimelerden kurulmamalıdır. Çünkü herhangi bir duygu parçasını sembolize edecek olan bir kelimenin, vezne ya da kafiyeye uygunluk göstermemesi bakımından mısraın dışına atması doğru değildir. Parnasizmin tersine olarak, duygunun tabiatına uygun düşen kelimeler seçilmeli, fakat bunlar kendi aralarında bir musiki ahengi yaratmalıdır. Mısra bir söz dizisinden çıkmalı, bir ses armonsi durumuna gelmelidir.
6. Sembolizm'de dil :Sembolizmde dil, herkesin anlayacağı bir nitelikte değildir. Oldukça ağırdır. Çünkü o, herkese değil, sanattan anlayanlara seslenmektedir. Onun için musiki gücü »olmayan kaba ve kuru kelimeler, mısraa giremiyorlar.
Soyut Resim ( Art Abstrait )
Yarım yüzyılı aşkın geçmişi ile "yeni" bir estetik olmaktan uzak, artık tarih çerçevesine girmiş, soyut -abstrait-, başka deyimiyle non-figüratif sanatın bugünkü yaygın gözde durumu karşısında bu akım üstünde uzunca durmamız faydalı olacaktır.
Soyut akım, hele son yirmi yıl içinde yalnızca resim kadrosu içinde kalmamış, biçim ve renklerle serbestçe oynaması, lojik yapılardan adamakıllı uzaklaşması sonucunda, heykeltıraşlık, mimarlık, süsleme ve bezeme, hattâ tiyatro dekor ve kostümleri sanatlarını etkisi altında bırakmıştır. Günlük yaşayışta kullanılan ev eşyası bile, bir bakıma, soyut anlayışa uymuştur.
Onu incelerken ilkin "soyut" sözcüğü üstünde durmamız gerek. Soyut sanat derken anlamsız bir söz oyunu, bir "paradoks" etkisi uyanabilir: her özlü sanat eseri ilkin soyuttur. Sanat ve tabiat bölümünde gördüğümüz gibi tablonun gerçekle ilgisi, klâsik, realist akımlarda bile uzaktandır. Soyut görüşün ürünü olmayan resim, aşağı bir kopyacılık, bir taklitçilikten öteye gidemez.
O halde resim sanatının son akımlarına neden soyut adı verildi? Bunlar soyut da ötekiler, az çok gerçeğe dayananlar değil mi?
Son akımların belli başlı yorumcularından biri olan Michel Seuphor soyut, non-figüratif sanatı şöyle formülleştiriyor: "Realiteden - gerçekten tam uzaklaşmış, realiteyi hiç bir şekilde hatırlatmayan eser soyut eserdir."
Bu formül bizi gereği gibi aydınlatıyor; her resim, her tablo tabiatı körü körüne kopya etmez, tabiatı yorumlar, yorumladığı için de hiç değilse yan yarıya soyutluk payına sahip olur. Ama geri kalan öteki payı somut elemanlarla doludur. Resimlenen biçimler tanınır, konu meydana çıkar. Seyirci, ressamın çizdiği şekillerde kendi dünyasının akislerini kolayca seçebilir. Tabiata yüzde yüz sırt çeviren görüşte seyirci çizgileri ve renkleri hiç bir normal şekle, objeye yakınlaştıramaz. Somut elemanlar yok olmuş, tablo "absrait", soyut, başka deyimle non-figüratif olmuştur. Figürsüz, suratsız, eski deyimle "suret" sizdir.
Soyut sanatın bu yüzyıl başlarındaki ilk eserlerini incelersek, onları Empresyonizmin ve Kübizmin bir ürünü, bir sonucu olarak görürüz. Sanatçıyı, dış dünyadan uzaklaştıran bu iki akım, hele Kübizm, realiteyi boşamış bir estetiğin doğuşunu kolaylaştırmış oldular. Çok kere güzel renk lekeleri ile yetinen, objelerin sertliğini atmosfer içinde eriten Empresyonizm, tablonun klâsik kuruluşu yerine yepyeni, titreşimlerle dolu bir teknik getiriyordu. Kübizm ise objeyi, eşyayı paramparça ediyor, geometrik düzeni prensip ediniyordu. Bu bakımdan Kübist görüş, somut olmaktan çok fazla soyut, entelektüel bir çalışma ürünü idi.
Soyut akım bu desteklere kolayca dayanabildi. Empresyonizmin renk lekeleri bugünün "tachiste" -lekeci- akımına bir başlangıçtı. Bunun en açık örneği Claude Monet'nin hayatının sonlarına doğru yaptığı "Nilüferler" kompozisyonudur. Paris'te Orangerie müzesinin çepeçevre duvarlarını kaplayan bu anıtsal resimde Monet, bahçesinin havuzundaki su çiçeklerini tasvir ederken, akşamın yarı karanlığında bulanık sularda yüzen nilüferleri belli belirsiz renk lekeleri halinde canlandırmıştı.
Kübizme gelince, Braque ve Picasso'nun paralel olarak yürüttükleri denemelerde realite, bir takım kırık çizgiler, geometrik düzenlemeler biçimine sokulmuştu. Rasyonel Kübizm, Pythagore'un matematik ölçülerine dayanarak tablo alanını ölçülü bir problem haline getirmişti. Kübizmin matematik ölçülere ve geometrik bölüntülere dayanan tekniğinde realite, belli belirsizdi. Yüzde yüz soyutluğa doğru büyük adım atılmıştı.
Rus asıllı Vassily Kandinsky'yi soyut sanatın kurucusu olarak vasıflandırabiliriz. 1910 da yayımladığı "Sanatta fikir akımları" adlı kitabı ile yeni estetiğin teorisini kuran Kandinsky, ilk sulu boyalarını o yıl meydana getirdi. Biçimsiz, suratsız resim yapma isteğinin kendinde nasıl doğduğunu Kandinsky yazılarında anlatmıştır. Akşamın alaca karanlığında atölyesine giren ressam, bir tablosunu duvara ters dayalı görür. Karanlıktan ve tablonun ters durumundan konusu seçilemeyen eser, salt biçimler ve lekeler halinde beliriyordu. Tablonun renk ve biçim güzelliğini bozmayan, aksine, belki de, arttıran bu durum karşısında Kandinsky, güzel biçim ve renklerin konuya, realiteye bağlı olmadıkları kanısına varmıştı.
Az sonra Almanya'da Franz Marc, Auguste Macke, Paul Klee ile tanışan Kandinsky, bu ressamlarla birlikte Der Blaue Reiter - Mavi Atlı grubunu kurdu. Vassily Kandinsky soyut estetiği birdenbire değil, gerçekçi çalışmalardan sonra benimsemişti. 1910 da soyut denemelere başlarken şöyle yazıyordu: "Sanatta yeni bir çağ açılıyor. Bu çağ kendine uygun bir çığır açacaktır. Resim sanatı, bundan böyle, kendi bünyesine, kendi yapısına has elemanlar kullanacak, olanın etki kudretine dayanacaktır. Çizgiler, renkler, renklerin sıcak, soğuk etkileri, sükûn yada hareket doğurucu karakterleri, düzler, eğriler, nokta ve yuvarlaklar, bütün bunlar resim sanatının kendine has elemanlarıdır. Bütün bunlar yeni resmin başlıca araçları olacaktır.
1912 de Çek Küpka, Rus Larionov ve Nathalie Gontcharova, Malevitch, Fransiz Elie Delaunnay ve karısı Sonia Delaunnay, Amerikalı Morgan Russel, Macdonald Wright, Hollandalı Van Doebsburg, Van der Leck, Piet Mondrian, İspanyol Picabia soyut akıma katıldılar.
Kandinsky ile işbirliği yapmış olan ünlü Alman ressamı Paul Klee'yi tam soyut bir ressam kabul edemeyiz. Klee, hemen hemen bütün tablolarında stilize edilmiş tabiat elemanlarını kullanıyordu. Soyut akım doğrudan doğruya suratsız biçimler üstüne çalışır ve tabiatla, dış dünya ile ilgisini keserken Paul Klee, "plâstik semboller" olarak vasıflandırabileceğimiz yarı soyut, ama çokluk objelerden nem kapan, yada doğrudan doğruya onları ele alan biçimler kullanıyordu.
Yirminci yüzyılın başında, 19 uncu yüzyılın fazla gerçekçi, natüralist, eğilimine tepki olarak billûrlaşan soyut, non-figüratif estetik, aslında, resim sanatına yepyeni, görülmemiş kıymetler getirmiyordu. Mağaralarda yaşayan ilk insanlar ya bu mağara duvarlarına, ya taşa ve başka eşyaya bir takım soyut şekiller çizmişlerdi. Prehistorik ve protohistorik çağların insanları bu şekilleri dinî törenlerde kullanıyorlardı. Uygarlık ilerledikçe, özellikle süsleme, bezeme sanatlarında ya tabiat elemanlarından stilize edilmiş, ya doğrudan doğruya soyut biçimler, şekiller kullanıldı.
Marcel Brion, "Abstre sanat" adlı eserinde, İslâm sanatının soyutluğu üstünde uzunca durarak şunları yazıyor:
"İslâm sanatında suratlı, figürlü resimler bol olmakla beraber, bu sanatın genel eğilimi açık, kesin olarak non-figüratiftir. Müslümanların soyut görüşe eğilimleri bir takım sebeplere dayanır. Ufuksuzluk, sonsuzluğa alışık çöl insanları kesin olarak formüle edilmiş, suretleştirilmiş ifadelere karşıdırlar. Çöl insanının göçebe oluşu, etrafındaki insan ve objeleri uzun zaman incelemesine engel olur. Bu zor onu, şematik, sentezci, soyut biçimler aramaya yöneltir. Böylece İslâm sanatı, realiteleri değiştirmiş, stilize etmiş, geometrik biçimlere büründürerek tanınmaz hale getirmiştir."
Soyut sanatın yorumcuları, sık sık, Leonardo da Vinci'nin bazı yazılarını anarlar. İtalyan Rönesans'ı sanatçılarının en entelektüeli olan Vinci, bugünün akımlarına pek uygun düşecek fikirler yürütmüştü.
"Ey, kıymetler arayan adam, diyordu Leonardo, tabiatın meydana getirdiği biçimleri oldukları gibi tanımak, kabullenmekle yetinme. Kendi hayalinde, müfekkirende -esprinde- resimlenen, beliren biçimlerin kökünü araştır."
Leonardo bu sözlerle: "Dış görünüşlere takılma, önemli olan gerçek değil, ressamın fikrindeki, entelektindeki gerçek." demek istiyor. Büyük sanatçı Resim Bilgisi - Traite de la Peinture'ünün bir yerinde, genç sanatçıya, bugünün soyut ressamlarına örnek olacak şu öğüdü veriyor: "Sıvası dökük, rutubet lekeleriyle örtülü eski duvarlar garip bir takım lekeler, formsuz şekillerle doludur. Tıpkı bulutlar gibi. Bu lekeler, bu soyut şekiller sana yeni yeni kombinezonlar aramayı ilham edebilir." Bu öğüt doğrudan doğruya "informel" e yönelmektir.
1910 dan bu yana soyut akıma bir çok yeni isim katıldı. Fransızlardan Bissiere, Dewasne, Esteve, Manessier, Singier, Gleizes, Herbin, Lapique ve Lanskoy, İtalyanlardan Magnelli, Affro Severini, Alman Hans Hartung, İngiliz Ben Nicholson, Joseph Peters, İspanyol Viera de Silva, Hollandalı Bram van Velde, Türklerden Nejat Devrim, Selim Turan, Sabri Berkel, Hakkı Anlı, Mübin Orhon bu akımın belli başlı temsilcileri oldular.
Sürrealizm-Gerçeküstücülük
Sürrealizmi Türkçe'ye "gerçeküstü akımı" olarak çevirebiliriz. Bu akım, Empresyonizm, Kübizm, Fovizm gibi teknik plânda devrimler çerçevesine uyan ekollere doğrudan doğruya "duygu" sistemine önem veren, onunla var olan bir hareket kimliğine bürünüyor.
"Duygu" kelimesini, geniş anlamını belirtmek için tırnak içine aldık. Sürrealizm konusunda "duygu" dan söz açılırsa rüyaları, hayalleri, bilinçaltı dünyamızın garip, anormal, mantıksız itişlerini, seksüel kompleksleri, ruh derinliklerinden kopup türlü şekillerde kendini gösteren, çoğu boşuna çabaları, benliğimizin dışarıya verilmemiş, gösterilmemiş gizli, kapalı yönlerini anlamak gerektir.
Bu bakımdan Sürrealizmi, Sigmund Freud’un "psikanaliz" konusundaki araştırmalarının, vardığı sonuçların sanat plânında gösterisi olarak kabul edebiliriz.
Sürrealistler, insanlığın kuruluşundan beri maddi dünyaya paralel olarak gelişen ve çok kere bu dünyayı yenen gizli duyguları, inançları, mitolojinin, sihirbazlığın, gizli bilimlerin, efsanelerin, korkunç hayal dünyasının resim plânında temsilcileri oldular.
1920 de "Sürrealizmin Manifesto" sunu yayımlayan şair ve yazar Andre Breton bu akımı şöyle vasıflandırıyor: "Bana kalırsa en kuvvetli Sürrealist imaj -resim, görünüş, olay v.s. en ileri aykırılık, karşıtlık derecesine yükselmiş olanıdır. Sürrealist eser aykırılıklarla, zıtlıklarla, gerçekle her türlü bağı kesmiş, yitirmiş olarak kendini gösterir. Sürrealizm hayal dünyasının tercümesidir, o hayal dünyası ki içindeki gerçekçi elemanlar soyut, soyut elemanlarda gerçek olabilir. Sürrealizm'de gerçeğin normal açısı büsbütün kapanmıştır."
Amaç bu sözlerden iyice anlaşılıyor: Sürrealizm gerçekle bütün bağlarını kesmiş, ruh derinliklerine inerek fizik üstü dünyamıza ulaşmıştır.
Hepimiz rüya görürüz. Bu rüyalarda, Breton'un işaret ettiği gibi normal olaylar, normal objeler, imajlar bulunabilir. Ama bunlar öylesine mantıksız, öylesine anormal olarak birbirlerine bağlanmıştır ki rüya bizi, alıştığımız dünyanın çok ötesine, "fantastik" bir hava içine sokar. Zaten, rüyanın çekiciliği, bazı rüyaların etki kudreti onların bu fizik üstü kimliklerinden ötürü değil midir?
1. Çağrışım metodu :Freud'dan ilham alan edebiyat sanatçıları, insanın şuur altını öğrenebilmek için, onu, hipnotik uykuya salmak suretiyle, şuurunun altındaki gizli duyumlarının şuur alanına çağrışımım yapmışlardır. Daha açık anlatımla, ona rüya gördürmüşler ve gördüklerini uykulu bir durumdayken söyletmişlerdir. Bu şuur altından elde edilenleri, o kişinin uyanıkken yazdığı otomatik metinlerle karşılaştırma yapmışlardır. «Hiptonizma tecrübesi, alt şuur bakında basit bir ankettir.»
2. Otomatik metin elde etme :Zihnin kendi üzerine dönmemesini sağlamak, iç-dış etkilerden tamamıyla sıyrılacak bir yerde bulunmak ve utanma, sıkılma gibi insanın duyumlarının yönünü değiştirecek baskılardan korkmamak şartiyle kalemin ucuna gelenleri (noktalama işaretleri gibi fikir ve duyguyu kesen, bölen nesneleri bile kullanmadan) kâğıt üzerine geçirmeye otomatik metin elde etmek diyoruz. Bunu hipnotik uykuya salınacak insanın kendi kendine yapması gerektir. Bunu yaparken insan, kendini o derece çevresinden ve aklından ayrıcak ki, ahret korkusu bile içinden kaçmış bulunacak, bir ölümün hürriyetiyle metni meydana getirecektir.
Şiir ya da nesir yazarken bile bu şekilde davranmak, sürrealizmin baş tavsiyesidir. Sürrealist sanatçıya göre, bu iki metodla elde edilen sonuç, gerçek insanı ortaya koymaktadır. Bu bakımdan bir kimsenin sevaplarının yanma günahlarının; ahlâka uygun, sandığımız davranışlarının yanında ahlâk dışı davranışlarının da bir edebî eserde yer alması icabeder.
Sürrealizmin bu çekici tutumu yanında, insanın, bir hayvan serbestliği ve utanmazlığı içinde yaşamasına imkân bulunmaması, yapmacık da olsa insanın bazı noktalarda duygularını ve davranışlarını frenlemesi gerektiği; aksi halde insanın öteki yaratıklar karşısında kazanmış olduğu değer hükümlerinin ortadan kalkacağı önemli birer gerçektir. Bu yönden sürrealizm tenkide uğramıştır.Sürrealistler şiiri bir akıl ve irade işi saymıyorlar. Şiiri içimizin derinliklerinde gizlenmiş, tesadüflerle dışarıya çıkan birtakım duygu ve düşünce parıltılarının sertleşmiş şekli olarak kabul ediyorlar.1924 yılından başlayarak tutunmaya çalışan sürrealizm, metodunun ağırlığı dolayısiyle yaygın bir durum kazanamamıştır. Fakat bütün sanatlar içinde birçok sırlan ortaya koyması bakımından, ötekilerine ışık tutmuştur.
Resimde Sürrealizmin ilk sergilerinde dikkati en çok çeken ressam Salvador Dali idi. Dali garip bir dünyanın sisli olaylarını, objelerini, yaratıklarını her türlü mantık düzeninden uzak, tablolarında canlandırıyordu. Kadın vücutlarından çekmeler çıkıyordu. Bunlar, kadınla dolap arası acayip yaratıklardı. Çöl manzaraları içinde zürafalar yanıyor, çıplak kadın, erkek vücutları türlü deformasyonlar -değiştirmelerle- kamburlaşıyor, çolaklaşıyor, yada ancak desteklerle ayakta durabiliyordu. Ağaç dallarına çamaşır gibi yumuşamış salkım salkım saatler asılıyordu. Sahillerde, kayalıklar arasında dikiş makineleri yerleşmiş, dekorla bir türlü bağdaşamıyorlardı. Dali yan yana gelince en uygunsuz görünen, en bağdaşamayan eşyayı umulmadık tertiplerle bağdaştırıyor, hayal kapılarını ardına kadar açıyordu.
Gerçekten bu kadar uzak bir estetiğin gerçekle ilgisiz bir teknik kullanması beklenebilirdi. Oysa tam aksine olmuştu. Sürrealistler yüzde yüz gerçekçiliği, klasik geleneklere bağlı bir gerçekçiliği seçmişlerdi. Bunun derin bir sebebi vardı: resmedilen biçimlerin tanınması gerekti. Soyut bir teknik kullanılsa idi o garip yaratıklar, o garip, anormal bağdaşmalar nasıl başarılacaktı? Dali'nin ve öteki Sürrealistlerin inceden inceye işlenmiş bir teknikleri vardı ve bu işçilik bulutları, denizi, dağları, taşları, insan vücutlarını değme realistlerden daha sadık bir titizlikle taklit ediyordu. Ama bu taklitçi, bu gerçekçi teknik Sürrealist tablolarda hiç de klâsik sanatın gerçekçiliğini hatırlatmıyordu. Çünkü resmedilen objeler, yaratıklar, manzara ve konular o derece garip, anormal tertipler içinde idiler ki, tabloya bakan seyirci otomatik olarak bir rüya ve hülya ülkesine dalmış bulunuyordu.
Sürrealizm yalnız resim plânında değil, belki daha da kuvvetle edebiyat alanında da uzun zaman hüküm sürdü. O kadar ki bugün sürrealist eğilimin öldüğü gününü geç, devrini kapattığı söylenemez. Bir bakıma her sanat, az da olsa, sürrealizm'den, yani fizik üstü dünyadan, hayal ve rüyadan pay almaz mı?
Sürrealist ressamlar
Salvador Dali (1904) - Yves Tangy (1900) - Rene Magritte (1898) - Max Ernest (1891) - Georgio de Chirico (1888) - Andre Masson (1896) - Joan Miro (1893) -Man Ray (1890).
Yeni Roman
Geleneksel anlatı biçimlerine (özellikle geleneksel roman anlayışına) karşı çıkan bazı yazarların oluşturduğu edebiyat hareketi.
Yeni romanın başlıca temsilcileri, yani Alain Robbe-Grillet, Claude Simon, Michel Butor, Nathalie Sarraute ve Robert Pinget, günümüzde romanın ne olması gerektiği üstünde anlaşmaktan çok, "romanesk" yanılsamanın iç yüzünü ortaya dökerek geleneksel öykülemenin yapılarını kırma isteğinde birleştiler. Proust, James Joyce, Virginia Woolf gibi öncülerden kaynaklandıklarını söyleyen bu yazarlar, ruhsal çözümlemeye, kronolojiye, olaylara dayanan ve aşılmış bir dünya görüşünden, yani XIX. yy'ın görüşünden kaynaklanan romanesk aygıtı söküp dağıtmaya çalıştılar. Bundan ötürü anlatıyı, çizgisel ve nedensel kronolojiyi, insan davranışını temsil eden roman kişilerinin yaratılmasını Balzac'ın birçok taklitçisinde görüldüğü gibi) reddettiler. Bir içerikler ve gerçekler dünyasına (bunlar üslup ve "yetenek" sayesinde göz önüne seriliyordu) boyun eğen yazarın ancak ikincil bir rolü olduğunu kabul etmediler. Robbe-Grillet şöyle yazıyordu: "Dünyaya ilişkin herhangi bir şeyi, çözümleme biçimi içinde düşünmeyi kabul etmiyorum. Yalnızca biçimleri düşünmek istiyorum. Benim romanlarım düşünce kaynaklı değildir; yaşam kaynaklıdır."
Bakış Okulu
Yeni roman, insanbiçimciliği, her zaman bir öznelliğe göndermesine karşın, yansız olmaya çalışan bir bilinçle ortadan kaldırmaya yöneliyordu. Bundan ötürü yeni romanın ayırt edici özelliği betimlemedir. Her çeşit hümanist ve eğretilemeli, anlamdan yoksun bir dünyada, ancak tam anlamıyla gerçekçi bir yazı, yani her şeyden önce dünyanın nesnelerini tanımlamaca, sınırlamaya ve tartmaya yönelik bir yazı, evrenin ve insanın sürüp giden varlığını açıklayabilir gibi görülüyordu.
Yeni romanın ortaya koyduğu betimleme biçimini, XIX. yy edebiyatının, örneğin Balzac'ın ya da doğalcıların betimleme biçiminden iyice ayırt etmek gerekir. Robbe Grillet'nin dediği gibi, XIX. yy- edebiyatının "koyduğu tarzda şeylerin ağırlığı, yerine oturmuş ve sağlam bir evren oluşturuyordu ve bu dünyadan yola çıkılabilirdi. Ayrıca bu evren, 'gerçek" dünyaya benzediği için romancının yarattığı olayların, sözlerin ve davranışların haslığı konusunda güvence veriyordu." Oysa bunun tam tersine yeni romanda "kimi zaman hezeyana yaklaşan şaşmazlık kaygısı (...) dünyanın, en maddesel görünümlerinde ve hareketsiz gibi görünmesinde bile hareket dolu olmaklığmı engellemiyor (...).Hem katı hem değişken, hem göz önünde hem düşlerde, hem insana yabancı hem insanın düşüncesinde yaratılmakta olan, aslında maddenin ta kendisidir." Robbe-Grillet'mn yeni romanının çifte anlamlılığı, yani Roland Barthes'ın belirttiği gibi bu yazarın hem bir "eşyacı" ve "hümanizmsizleştirmeci" hem de Bruce Morissette'in dediği gibi insan ruhunun irdeleyicisi ve bir "hümanist" olması işte bundan ileri geliyor.Yeni romanın bütün yazarlarında betimleme, Robbe-Grillet'nin belirttiği yeni ve temel yeri tutmasına karşın, her yazar bu alanda farklı bir tutum izledi. Robbe-Grillet, yaygın edebiyattan (özellikle polis romanından) bazı şemalar alıp çağımızın büyük konularının (erotizm, şiddet) iç yüzünü ortaya dökmeye yönelirken Nathalie Sarraute, bilinçdışımızın "uyuyan suyu"nda süre giden "ağır ve ince çözülmeleri" en ince ayrıntılarıyla ortaya koymaya çalıştı. Claude Simon ise konunun (ve yapıtın temel "kişisi" nin), dilin kendisi, yani yapı olduğunu -dilin araç olmadığını- ve bu dilde "bir dünya deneyimi''nin dile geldiğini söyledi. Michel Butor'un verimiyse çağımızın hem sözsel hem de törensel ve teknik biçimlerinin, yeni bir mitler ve öyküler topluluğuna gönderen çok geniş bir dökümü elmaya yöneldi.Eski bir parşömendeki gibi yan yana ya da üst üste konmuş uzun düzyazı parçaları olan Robert Pinget'nin öyküleriyse, aynı gündelik dili irdeleyip durdu.
Yeniler Grubu
İlk sergilerini 28 Mart 1940'ta, Gazeteciler Cemiyeti'nin Beyoğlu Lokali'nde "Liman Resim Sergisi" adıyla düzenleyen ve Türkiye'de toplumsal gerçekçi sanat anlayışının yaygınlaşmasında etkili olan sanatçılar grubu. Bu ilk sergiye, başta Nuri İyem olmak üzere, Kemal Sönmezler, Avni Arbaş, Selim Turan, Abidin Dino, Agop Arad, heykelci Faruk Morel ve afiş sanatçısı Yusuf Karaçay katıldılar. 1941'de düzenlenen ikinci grup sergisinde Abidin Dino yer almadı. Buna karşılık Fethi Karakaş, Mümtaz Yener, Haşmet Akal ve Ferruh Başağa gruba katılan yeni sanatçılardı. Yeniler, özellikle akademi çevresi dışındaki yazarların, edebiyat ve bilim adamlarının büyük desteğini gördü. Bu yazarların başında, toplumsal gerçekçi akımın öncülerini Resim ve Cemiyet (1942) adli kitabıyla savunan, yüreklendiren Hilmi Ziya Ülken gelir. Kitap, grubun bir tür "bildirge"si yerine geçmiştir. Yeniler adı altında ilk sergilerini liman konusu üstünde yoğunlaştırmış olan grup ressamlarım, H.Z. Ülken, "Milli resmin can damarına parmak basmış" sanatçılar olarak görmüştü. H.Z. Ülken'e göre, ülkenin bunalımlarını ve acılarını yaşamadan, sorunların ve insanların içinde bulunmadan yapılmış yapay bir edebiyat, "milli" olmaktan ne kadar uzaksa, bu yolda bir resim de "milli" olmaktan aynı derecede uzak olacaktı. Ülke insanını yurt doğallığı içinde görüp yansıttığına inandığı grup, H.Z. Ülken'e göre, Türk sanatında yeni bir dönemin açıldığını haber vermekte ve "aydınlık bir ufuk" göstermekteydi. Yeniler Grubu 1945'e kadar çalışmalarını etkin bir biçimde sürdürdü, 1952'de dağılmaya ve Türkiye Ressamlar Cemiyeti'ne katılmaya karar verdi. Grup üyeleri, 1950'yi izleyen yıllarda toplumcu amaçlardan uzaklaştılar; bir bölümü soyut resme yönelirken, bir bölümü de çalışmalarına belli bir süre ara verdi. Nuri İyem, 1960 yıllarına kadar sürdüreceği soyut çalışmalarını, bu tarihten sonra noktalayacak, portre türünde yoğunlaşan ve 1940 dönemi resimlerini anımsatan eski anlayışına dönüş yapacaktır. Selim Turan ve Ferruh Başağa da soyut çalışmalara yönelen sanatçılar arasındadır. Akademide Leopold-Levy'nin atölyesinde yetişmiş olan Avni Arbaş, 1946'da gittiği Paris'te çalışmalarını özgün arayışlara zemin hazırlayacak bir yolda sürdürdü. Grubun ilk sergisinde portre türündeki resimleriyle dikkati çekmiş olan Turgut Atalay, İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda dekoratör olarak görev aldı, buradan emekli olduktan sonra yeniden resme döndü. Mümtaz Yener, grubun dağılmasıyla film çalışmalarına ağırlık verdi, 1970 yıllarındaysa yeniden toplumsal içerikli resim anlayışına döndü. Grup üyelerinden Selim Turan, 1947'den bu yana çalışmalarını Fransa'da sürdürmüştür.
Terimin en geniş anlamıyla, her türlü okul ve üsluptan bağımsız olarak, sanat yapıtında bir düşünceyi ya da bir duyguyu dışa vurma amacını güden sanat eğilimi.Resim alanında olduğu kadar heykelcilik alanında da, figüratif çalışmalarda olduğu kadar soyut çalışmalarda da, anlatımcı doğrultudaki bir yapıtın başlıca özelliği, çarpıcı olma isteğidir.
ESKİ BİR AKIM
Söz konusu tutum çok değişik ülkelerde ve her dönemde benimsenmiştir. Yunan heykel sanatında olduğu kadar, barok dönemdeki İspanyol gizemcilerinde, Caravaggio ve Rembrandt'ta (gölge ve ışık ressamları), XVIII. yy'da Hogarth ve Goya' nın yapıtlarında, bu tutuma raslanır. Flaman ressamlarında da geleneksel olarak, anlatımcı bir, eğilim görülür: Brueghel ve Rubens, Flaman kermeslerindeki halkın sevincini, Bosch da Ortaçağ dünyasının sıkıntılarını bu yolla dile getirdiler. XIX. yy'da Gericault, Victor Hugo (desenleriyle) ve Daumier, gerçek bir anlatımcı olmuşlardır. Günümüzdeyse action painting doğrultusundaki sanatçılar, lirik soyutlamacılar ve hareket sanatı yanlıları, hep aynı doğrultuyu izlemektedirler. Bütün bu söylediklerimize karşın, "anlatımcılık" terimi genellikle, XX. yy. başlarında Almanya'da ortaya çıkan sanat hareketlerini belirtmede kullanılmaktadır.
İNSANOĞLUNUN ACIKLI YALNIZLIĞI
Die Brücke (Köprü) ve Der Blaue Reiter (Mavi Binici) hareketleri, modern dünyada yalnızlığa gömülmüş insanın iç sıkıntısını işledikleri konuları (korku, ölüm, başkaldırma, çılgınlık) temel olarak aldılar. Norveçli Munch ve Flamand Ensor gibi iki önemli ressam, XX. yy. başlarında, Alman sanatçıları tarafından öncü olarak benimsendiler. Çığlık (1893-1895) adlı yapıtı Avrupa anlatımcılığının bildirilerinden biri sayılan Edvvard Munch, garip dünyasını sıkıntılı figürlerle doldurdu (yapıtları modern dünyadaki insanın acıklı yalnızlığını, toplumsal yaşamın ve aşkın boşluğunu yansıtır), James Ensor'sa, iç karartıcı bir mizah anlayışı ve görüntüleri çarpıtarak karikatürleştirme merakıyla, gravürlerinde acımasız bir toplum eleştirisine yöneldi.
DİE BRÜCKE HAREKETİ
1905 yılında, Dresden'de dört Alman öğrenci tarafından başlatılan Die Brücke (Köprü) hareketine, da ha sonra Alman anlatımcılığının en ilgi çekici adları katıldı: Kirchner Heckel; Schmidt-Rottluff; Bleyl Pechstein; vb. Bu ressamlar, özgürlük isteklerini ve yaşama atılımların renkli bir hava içinde açıkladılar ama bu coşkunun altında hep, yaratılarının gerçek gücü olan, gizli bir metafizik tedirginlik yatıyordu. Di( Brücke'nin, dağılmasından sonra ortaya çıkan Der Blaue Reiter (Mav Binici) hareketiyse, tutarlı bir hareket olmaktan çok, XIX.yy'ın son yıllarındaki başlıca akımların sonuçlarını yansıtan bir akımdır (adını 1911 yılında Münih'te çıkan dergiden almıştır). Klee, Kawlensky Kandinsky, Marc,Macke gibi başlıci temsilcileri, ideallerini "gerçek"ten bütünüyle bağımsız olma duygusundan almışlar, böylece yeni soyutlama yollarına ve gerçeküstücülüğe yönelmişlerdir.
FOVİZM
Fransa'da 1905'e doğru, fovizn hareketinin önce, uluslararası anlatımcılık akımının estetik anlayışına bağlandığı görülür: Van Gogh'un renkçiliğini Toulouse-Lautrec'in ve Montmartreli desencilerin anlatımcılık öncesi tutumlarıyla birleştirdiği için, fovizm hareketinin kökeni oldukça karmaşıktır.Başlangıçta, "fovlar" (Marquet, Vlaminck, Van Dongen, Rouault) Matisss'in etkisiyle, bağdaşık bir topluluk oluşturdular; ama bu genç ressamlardan yalnızca Rouault, ömrünün sonuna kadar "fov" estetiğinin savunucularından biri olarak kaldı ve zamanla gerçek bir anlatımcı oldu. Görülmemiş bir ustalıkla, bol boya kullanarak ve şiddetli renklerden yararlanarak yaptığı resimlerinde, toplumdaki haksızlıklara başkaldırışını dile getirdi.
İKİ SAVAŞ ARASI YILLARI
1918 bozgunundan sonra Almanya' da Grosz ve Dix daha çok, toplumsal ve siyasal açıdan güdümlü bir doğrultu benimsediler. iki savaş arasında, Paris okulu içinde, korkunç savaş deneyiminden ve çeşitli yabancı katkılardan etkilenen yeni anlatımcı topluluklar oluştu. Gromaire, Goerg, Picasso (ünlü Guernica tablosuyla) gibi ressamlarda bu tutum, sanatçıların, dönemin güncel yaşamına ve olaylarına karışmalarından kaynaklanıyordu (coşkulu ve acıklı düşünü tek başına izleyen Soutine'inse, sanatçılar arasında ayrı bir yeri vardır). Heykelcilik alanında Barlach ve Lenmbruck, döneme özgü dokunaklılığı benimsediler: onları izleyen Giacometti ve Germaine Richier, aynı garip ve tedirgin edici esin kaynağından yararlandılar.A.B.D'-de anlatımcılık akımı, 1908'de New York'ta kurulan Sekizler topluluğunu büyük ölçüde etkiledi. Latin Amerika'da, Brezilya'da. özellikle de Meksika'daysa, resim sanatının yenilenmesi,anlatımcı eğilimli bir siyasal ateşlilik havasında gerçekleşti.Diego Rivera, Orozco, Siqueiros, büyük boyutlu tablolar, apayrı renklerde dev freskler ve mozaiklerle siyasal tutkularını bütün coşkularıyla dile getirdiler.
ANLATIMCILIK VE SOYUT SANAT
Anlatımcılık, soyut sanatın bazı akımlarını da etkiledi; söz konusu akımların üyeleri, egemen olan soğuk geometri estetiğine karşı çıkmak için. sert bir anlatımcılığı benimsediler. Lirik soyutlama topluluğu içinde yer alan Fautrier, Rehineler adlı yapıtıyla bu yeni akımın ilk örneklerinden birini verdi. Günümüzde, soyut çalışan birçok ressam (Atlan, Hartung, Mathieu, vb.) da sanatlarının öznel, bazen de ruhsal içeriğini vurgulayan anlatımcı çözüm yollarına yönelmişlerdir.
ALMAN ANLATIMCILIĞI
Edebiyatta "anlatımcılık" terimi 1910-1920 yılları arasındaki Alman okulunu belirtir. Sözcülüğünü, Die Aktion (1911), Herwarth Walden'in yönettiği Der Sturm (1910) ve Carl Von Ossietzky'nin yönettiği Die Weltbühne (1918) adlı dergilerin yaptığı anlatımcılık, çeşitli türlerin yanı sıra, belli bir ölçüde romana (Rainer Mariâ Rilke'nin Malte Lqurids Brigge'nin Notları); Alfred Döblin'in Berlin Alexanderplatz'ı, 1929; Hans Henny Jahnn'ın Perrudja'sı 1929; vb.) da yansıdı. Ama özellikle şiirde (Trakl, Heym, Stadler, Benn, Lasker-Schüler) ve tiyatroda etkisini gösterdi: Fritz von Unruh'un Platz'ı (Meydan, 1920); Ernst Toller'in İnsan Kalabalığı (Masse Mench, 1921) ve Hoppla Wir Leben'i (Hayda, Yaşıyoruz, 1927); Georg Kaiser' in Die Koralle (Mercan, 1917). Gas I (Gaz I, 1918), Gas II (Gaz II, 1920) üçlemesi. Ayrıca, Alman anlatımcılığının sinema alanını da büyük ölçüde etkilediğini belirtmek gerekir.
YENİ BİR İNSANLIK ANLAYIŞI
Sırasıyla şiddet ve ölüm özlemi, kesin bir kötümserlik ve tam bir barışseverlik duygularının dile getirildiği bu akımın odak noktasını, 1914-1918 savaşının belirtileri ve sonuçlan oluşturdu. Nietzsche, Freud ve Strindberg'den esinlenen Alman anlatımcıları, öfkeyi dile getirme yolunu benimsediler. Olabilecek bütün karşıtlık etkilerinden (görünüş-gerçek; gölge-ışık; acıklı-gülünç; hayran kalma-alay etme) yararlanarak, yıkımın ya da devrimin coşkunluğunu, yenilginin ve bozgunun düş kırıklığını dile getirdiler. Kant, yaklaşık yüz elli yıl önce, şu soruyu sorarak bir felsefe çağını kapatıp yeni bir felsefe çağını başlatıyordu: Bilgi edinme ne ölçüde olanaklıdır? Alman anlatımcılarıysa, soruyu estetik düzleminde şöyle ele aldılar: Biçimlerin yaratılması ne ölçüde olanaklıdır? İnsan, içinde ne gibi bir sorun, ne gibi şaşırtıcı bir giz taşımaktadır? Bilinçaltını bilinçli kılmayı, yaşantıyı bilim, tutkuyu bilgi, sevgiyi nevroz olarak yeniden kurmayı amaçlayan anlatımcılık, alışılmış değerleri yıkmaya çalışan bir akımdır. Her şeyden önce burjuva rahatlığına ve gerçekçiliğine tepki gösterir; insan kişiliğini en kaba, en karanlık ve en hareketli yanıyla yüceltmeye yönelir. Böylece, düşünce ve eylemi birleştiren,aşkın gerçekçiliği ya da kahramanca gerçekçiliği benimseyen kişi, Faust olmaktan çok, evrensel bir kişi olarak ortaya çıkar.Anlatımcılığın en" şaşırtıcı özelliklerinden biri, dünyayı olumlu yönde değiştirmek için acı çekerek kurtulma ya da intihar ederek var olma düşüncesidir. Bir bakıma Dostoyevski'den esinlenen bu görüş, anlatımcı sanatta sürekli olarak ortaya çıkar.Avrupa uygarlığının geçirdiği derin bunalımı, umutsuzluğa düşmüş bir şiddetle dile getiren Alman anlatımcılığı, kübizm ve gelecekçilik (füturizm) akımlarıyla aynı dönemlerde ortaya çıkmıştır; ayrıca dadacılığın ve gerçeküstücülüğün habercisidir. Yaşamın sunduğu sonsuz teknik olanakları ortaya koyan anlatımcılığın başkaldırısı, Nietzsche, Freud ve Strindberg'in (Rüya Oyunu [Ett Drömspel], 1902) yapıtlarının yarattığı sarsıntıya ve insanlığa hizmet etme geleneğini destansı bir biçimde yeniden canlandırmayı amaçlayan Verhaeren ile Whitman'ın görüşlerine bir yanıttır.
TİYATRO
Anlatımcı tiyatro, ya aile davasını ortaya atarak ya da baba ile oğul arasındaki freudcu çatışmayı yeniden ele alarak, bireyin kökenine inmeye çalışır. Bu tiyatro, tekdüze tumturaklı olmasına karşın, çizdi simgesel görüntülerle ve sürekli artan saplantılarıyla, çökmekte olan uygarlığın en zengin olmasa bile en canlı anlatımıdır. Öncülüğü] Büchner (Woyzeck, 1836), Wed kind (Frühlings Ervvachen [İlkbaharın Uyanışı], 1891) ve Strindberg in yaptıkları anlatımcı tiyatroyu geliştirmiştir.
ŞİİR
Alman anlatımcılığının gerçek temsilcileri, genç yaşta ölen ozanlardır. Bu ozanların ölümüyle, anlatımcıl topluluğu da çok geçmeden dağıldı. Georg Heym boğuldu; Trakl, Krkow yakınlarındaki Grodek savaşından sonra intihar etti; Stadle Stramm, Franz Marc, Macke Sorge aynı savaşta öldüler. Öte yandan, bütünüyle nihilist bir özellik taşıyan dinamizm tutkusu bazı yazarların toplumsal romanlar yazmalarına (Ernst Jünger'in Emekçi, 1932 adlı yapıtı) ya da nasyonal-sosyalizme katılmalarına (He nicke ve Lersch) yol açmış, Ben Kafka, Jahnn, Brecht, Musil gibi yazarlar da, anlatımcılık akımının bazı özelliklerini yapıtlarında kullanmıştır.
ANLATIMCI SİNEMA
Anlatımcı akımla canlanan ve 1920-1930 yılları arasında gelişen Alman sinema okulu, fantastik öğelere yönelmesi, şiddet dolu bir evren yaratması ve çılgınca bir şiirsellik taşımasıyla dikkati çekerAnlatımcılığa, 1914-1918 savaşından önce de, aslında tiyatro yönetmeni olan Max Reinhardt'ın filmlerinde, Paul Wegener'in ve Henrik Gallen'in (Praglı Öğrenci, 1913; Golem, 1914) fantastik filmlerinde yer yer rastlanıyordu. Ama, nihilist dünya görüşü beyazperdeye tam anlamıyla savaş sonrası yıllarında yansıdı.
Anlatımcı edebiyat ve resim gibi, anlatımcı sinema da nesnelliğe bütünüyle karşı çıktı ve yalnızca yönetmenin sanrılarını yansıtmaya çalıştı: Robert Wiene'nin Doktor Caligari'nin Muayenehanesi, Fritz Lang'ın Üç Işık'ı (1921); Wilhelm Murnau'nun Vampir Nosferatu'su (1922); vb. Bu filmler aynı akımın içinde yer almalarına karşın çok değişik eğilimleri yansıtır. Bir mimar olan Lang, filmini dekorların kuruluşu üstüne dayandırır; bir ressam ve ozan olan Murnau ise, vampirin serüvenlerini şaşırtıcı dış uzamlar içinde verir. Alman anlatımcılığının değişmeyen öğelerinden biri, yapıtın tam merkezinde uğursuz bir yaratığın bulunmasıdır. Çaresi bulunmayan bir yazgının ya da paranoya saplantısının simgesi olan bu yaratığın bunaltıcı varlığı, işkence ettiği, ezdiği ya da yok ettiği kişilerin eylemlerine acıklı ve korkunç bir anlam kazandırır: Nosferatu; Üç Işık'taki Ölüm; özellikle de Hitler'in bir öntaslağı gibi görünen Doktor Mabuse (1922, F. Lang). Mumyalar Müzesi ( Paul Leni, 1924) ya da Gölge Oyuncusu (Robinson, 1922) gibi filmlerde anlatımcı sinemanın doğrudan doğruya-tiyatroya ilişkin özelliklerden yararlandığı görülür. Aydınlatma ve çerçeveleme konusunda çok ileri aşamalara götürülmüş araştırmalar, bir tiyatro uzamı ve bir tiyatro oyunu havası veren çeşitli sahnelerin doğmasına yol açmıştır. Dekorun ve oyunun çoğunlukla aşırı derece üsluplaştırılması da, tiyatro anlayışından ve Reinhardt'ın yaklaşımından kaynaklanır. Murnau'ysa, Son Adam (Der Letzte Mann) adlı filminde, bu tiyatro özelliklerinden kurtulmayı başarmıştır: Kameranın olağanüstü bir hareketlilik içinde kullanılarak oyunun kişilerinden biri haline getirilmesi. F. Lang'ın M (1931) filmiyle doruk noktasına ulaşan Alman anlatımcılığının oynadığı rol son derece önemlidir. Çünkü, cinsellik, sadizm, delilik gibi konular ilk kez anlatımcılık yoluyla beyazperdeye aktarılmış ve sinema, tıpkı yazarın kalemi, ressamın fırçası gibi, bir yaratıcının anlatım aracı olabileceğini kanıtlamıştır. Akımın etkilerine Josef Von Sternberg, Stroheim, Orson Welles, John Ford, Alfred Hitchcock, İngmar Bergman gibi önemli film yönetmenlerinde de raslanır.
D Grubu
1933 Eylülünde ressam Nurullah Berk, Abidin Dino, Zeki Faik îzer, Elif Naci, Cemal Tollu ve heykel sanatçısı Zühtü Müridoğlu tarafından İstanbul'da kurulan sanat topluluğu.
Türkiye'de aynı amaçla kurulan sanat topluluklarının dördüncüsü olduğu için, uluslararası alfabenin dördüncü harfini kendine ad olarak seçen D Grubu'nun ilk toplantıları, İstanbul'da Cihangir'de Zeki Faik îzer'in evinde yapıldı; ilk sergiyse 8 Ekim 1933'te Beyoğlu Narmanlı Hanı'nın altındaki Mimoza şapka mağazasında açıldı. Desenlerden oluşan bu sergiyi, ertesi yıl 19 Ocak 1934'te Beyoğlu Halkevi'nin üst kat salonlarında açılan ikinci sergi izledi. Türkiye'de sergilerin parasız gezilmesinde de öncülük yapmış olan D Grubu'nun kurulmasında gözetilen iki temel amaç dışında, belli bir estetiği, eğilimi ya da akımı Türkiye'de yaymak gibi bir ilke söz konusu değildi. Söz konusu temel amaçlardan biri, o sıralarda durgun geçen sanat ortamını canlandırmak, sanata ilgiyi özendirmek, ötekiyse Batı'yı "en az elli yıl geriden izleyen" çağdaş Türk resmine, "yaşayan sanat" doğrultusunda yeni bir atılım kazandırmaktı. Topluluğun gerek kurucu üyelerinden bazıları gerek sonraki yıllarda katılan resamların bir bölümü Müstakiller Grubu'nun içinden gelmekteydiler. Bu nedenle G Grbu’na Türkiye’de İzlenimci akademik estetiğe tepki olarak çıkan hareketin, yani Müstakiller grubunun daha ileri aşamada bir uzantısı göüyle de bakılabilir. D Grubunun kuramcılığını ve sözcülüğünü üstlenmiş olan eleştir men Fikret Adil, D Grubu ve Türkiye'de Resim (1947) adlı kitabında, D Grubu'nu oluşturan ressamları, değişik eğilimlerde olmalarına karş bir araya getiren bağın, Batılı anlamda gerçek sanatı Türkiye' aktarmak görüşü olduğunu belirtmiştir. Halkın, özellikle de genç kuşağın, yıllık D Grubu sergilerine gösterdikleri ilgi de, gene Fikret Adil' göre olumlu bir belirtidir. Söz konusu ilginin basına yansıyan yönüyse daha da dikkat çekici olmuş, topluluğun ilk sergisinden başlayarak, birçok yazarın olumlu ve olumsuz tepkilerini dile getiren yazılar kaleme aldıkları görülmüştür. Böylece, belki de ilk kez aydınlar düzeyinde sanatla ilgili küçük çaplı "kamuoyu" oluşmuş, özellikle yerli ve ulusal sanat, çağdaşlık ve geleneksellik gibi konularda, kavramsal düzeyde ilk tartışma ve çatışmalar su yüzüne çıkmıştır.
D Grubu'nu oluşturan ressamlar, Akademi'de Çallı kuşağının öğrencileri olarak yetişmişlerdi; Avrupa' nın çeşitli sanat merkezlerinde (özellikle Paris'te) Andre Lhote, Ernest Laurent, Grommaire, Leger, Hofmann gibi ressamların atölyelerinde genellikle kübist anlayışa yatkın bir doğrultuda çalışıp yurda döndüklerinde, Çallı kuşağının akademik kökenli izlenimciliğine karşı çıktılar. Bu nedenle, topluluğun ilk sergisine kübist eğilimden hoşnut olmayanlar tepki gösterdiler. Ne var ki D Grubu sanatçıları, yeni çağdaş akımlara ve eğilimlere ilgi gösterirken, sanatın temel değerlerine, klasik düzeydeki temel bilgilerine de saygılı davranmaktan geri kalmıyor, sergilerinde eski ustalardan kopyalara yer veriyorlardı. Sanata akılcı bir yolla bağlanmak, yenilikleri bu yolda denemek, gözledikleri başlıca hedefleri arasındaydı. Grubun "isim babası" Nurullah Berk, karşı çıktıkları şeyin klasisizm değil, doğanın körükörüne taklidine, kopyacılığa dayanan akademicilik olduğunu öne sürmekteydi. Bir yandan gelenekçi formülleri istememek, bir yandan da klasisizme bağlı olmak, aslında bir çelişki değildi. D Grubu'nun genç ressamları, Rönesans ustalarından kopyalar yaparak, araştırma güçlerini temele bağlı değerler çevresinde canlı tutmaya çalışıyorlardı. Topluluğun sergilerinin genellikle konferanslar ve açıklayıcı konuşmalarla başlaması da harekete bir başka canlılık getirmekteydi. İkinci yıldan sonra Grup, Atina, Moskova, Viyana, Bükreş gibi merkezlerde de ortak sergiler düzenledi. 1933-1947 yılları arasında on beş sergi açan (tümü de İstanbul'da) topluluk ressamları için en parlak gösteri, 10 Mayıs 1944'te düzenlenen on birinci sergi oldu: Sergiye, Fransız ressamı Bonnard'ın bir tablosu konmuş, ayrıca Akademi'de resim bölümü şefi olan Fransız Leopold Levy de dört tablosuyla katılmıştı. Ama 1947'deki son sergiden sonra, topluluk üyeleri dağılarak, kendi çizgileri ve kişilikleri doğrultusunda çalışmaya başladılar.
D Grubu, dördüncü sergiyi izleyen yıllarda yeni sanatçıların katılmasıyla kadrosunu genişletmiştir. Bu sanatçıların başlıcaları Bedri Rahmi Eyüboğlu, Turgut Zaim, Halil Dikmen, Eşref Üren, Arif Kaptan, Eren Eyüboğlu, Salih Urallı, Hakkı Anlı, Fahrünnisa Zeyd, Sabri Berkel ve heykel sanatçısı Nusret Suman'dır. Topluluğa, on beşinci sergi nedeniyle en son katılan sanatçıysa Zeki Kocamemi'dir.
Ahmet Muhip Dıranas, Fikret Adil, Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Mazhar Şevket İpşiroğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Suut Kemai Yetkin, Mustafa Sekip Tunç, gibi yazarların D Grubu'nun görüşlerini desteklemelerine karşılık Tahir Onger, Ratip Tahir Burak, Selâmi İzzet Sedes, Refî Cevat Ulunay gibi bazı yazarlar, topluluğu eleştirmişlerdir.
Dadaizm-Dadacılık
Birinci Dünya Savaşı, bütün Avrupa'yı ve çevresini bir yangın yerine çevirdikten sonra, ortadan çekilmişti. Açlık ve perişanlık bütün milletleri sarmış, ekonomik düzen alt-üst olmuştu, Amerika bile bütün dünyaya silâh depoluğu yapmasına rağmen, sonradan ekonomik kriz geçirmeye başlamıştı.Bütün bu çatışmaların ve karışıklıkların içinde, milyonlarca insanın ölmesi, bir maksada bağlı olmayan aile göçleri, servetlerin yok olması, ahlâk kıymetlerinin değişmesi, kutsal inançlardaki sarsıntı, güven bağlarının kopması, çılgınlıkların ve ihtirasların vicdanlarda mahkûm edilmesi, değer verilen ne varsa hepsinin iflâsa doğru gitmesi karşısında toplumlar, şaşkınlık ve ıstırap içinde kalmışlardır.
Bu sebeplerle Birinci Dünya Savaşı'ndan perişan bir durumda çıkan toplumlarda gençlik, büyük bir ümitsizliğe düşmüştü. Hiçbir değere inanmıyorlar, her şeye şüphe içinde bakıyorlardı.1916 yılında, İsviçre'de T. Tzara adındaki Polonyalı bir gencin etrafında toplanan bir gurup, Tzara'nın sözlükten rastgele bulduğu Dada kelimesini, kurmak istedikleri sanat akımına ad olarak verdiler; kurdukları bu sanat akımına Dadaizm dediler. Dadaizm, iki türlü karakter gösterir :
1. Kübizmin bir devamı olması :Dadaizm önceleri kübizmin bir devamı gibi görünmüştür. Tıpkı kübizm gibi, önceleri maddeye karşı koymuş, konunun dış görünüşünü tasvir etmekle yetinmemiş, zihnin geometrisini göstermeye çalışmıştır. Böylece sanatı, eşyanın yüzeyinden kurtarmaya çalışmıştır.Dadaizm, sonradan bu görüş ve düşünüşten birdenbire vazgeçti. Her şeye, ama şeye isyan etmeye başladı.
2. Dadaizm'de şüphecilik :Şüphecilik, olumlu ya da olumsuz hiçbir kesin yargıya varamayan, şüphe içinde kalmayı uygun bulan bir düşünce sistemidir.Dadaizm, etrafta dönüp dolaşan hiçbir şeyin doğruluğuna ve varlığına inanmıyor. Romantizmin de ötesine gerçek, aklın hiçbir değeri olmadığını bağırıp durdu. Birinci Dünya Savaşının arkası sıra doğan hayat şeklinin manasızlığını ve özellikle edebiyat sanatçılarının parıltılı çabalarını mizah yolu ile hiçe saydı. Bütün edebî akımlara güldü.
Edebî sanat anlayışındaki farklı tutumları ve gayretleri mânâsız buldu.Zamanın bir parçası içinde meydana gelmiş psikolojik dengesizliği ve herşeye karşı koymayı bir çaba haline getiren ve Amerika'da bile etkileri görülen Dadiaizm, uzun ömürlü olmamış, doğuşundan altı sene sonra dizlerindeki dermanı kaybetmiştir.Bu böyle olmakla beraber dadaizm, İsviçre, Fransa ve öteki memleketlerde düzenlediği toplantılarla kopardığı yaygara sayesinde, alaylı da olsa bütün sanat âleminin ilgisini üzerine çekebilmiştir. Fakat yaslandığı temel taşları dayanıksız olduğundan çabuk çökmüştür..Dadaizm, tiyatro alanında da uygulanmış, fakat büyük bir başarı sağlayamamıştır.
Resim alanında Sanat ve estetik duygusu olmayan Dadaistlerin, mantıksız konu seçtikleri; kağıt, tahta ve benzeri malzemelerden garip tekniklerle resim yaptıkları görülür. Çocuksu heyecanlarla, her türlü akılcılığa, Avrupa uygarlığına ve savaşa karşı bir protesto hareketidir. Sanata karşı sert tutumları olsa da, bazı sanat akımlarının (Sürrealizm, Soyut Sürrealizm, Pop-Art, Kavramsal Sanat vs.) ortaya çıkmasında elverişli bir ortam hazırlamıştır.
M. Duchamp, J. Arp, M. Ernst, F. Picabîa, M. Ray hareketin önde gelenleridir.
Ekspresyonizm
Empresyonizm, Kübizm, Fütürizm gibi akımlar, her biri başka açılardan birer dünya görüşünü ifadeledikleri halde, asıl anlamları getirdikleri teknik yeniliklerde idi. Oysa Ekspresyonizm, belli bir tekniği değil, özellikle kuzey memleketler sanatçılarına has bir tutumu ifade eder.
Ekspresyonizm resimde lirik, coşkun, kâh karikatürsel olacak kadar eğrilip bükülmüş formların, kâh dramatik bir havaya büründürülmüş bir atmosferin resim plânına geçişidir. Ekspresyonizm için her konu, her tema başlı başına, "egosantrik" bir anlam taşır. Bu akım ötekiler gibi form, biçim güzelliğini kovalamaz ve tablonun renkleri ile çizgileri arasında göze uygun görünecek bir denklik, bir düzen bulma amacını gütmez. Plastik güzellik, bütünlük Ekspresyonistler için bir son, bir finalite değildir. Önemli olan, konuyu, kıvrak, sinirli, biçimleri tırmalayan, sanki anatomi masasında bir bir deşen çizgilerle, disiplinsiz fırça vuruşlarıyla canlandırılan sert, çiğ, yüksek perdelerde haykıran renkleri barıştırmaktır. Bu bakımdan, yukarda da belirttiğimiz gibi. Ekspresyonizm, plastik olmaktan fazla karikatüral bir akım olmuştu. Ama bu karikatüral mübalâğa, güldürücü olmaktan uzak, aksine, çok kere trajik, dramatik idi. Ekspresyonistler kadın vücudunu pervasızca çirkinleştiriyor, insan yüzlerini korkunç, iğrenç ifadeli karnaval maskeleri haline getiriyorlardı. Bu bakımdan Ekspresyonizmi Sürrealizmin korkulu rüyalarına yaklaştırmak mümkündür.
Ekspresyonizmin temelini atan Norveçli ressam Edward Münch'dür. Kierkegaard'ın mariz felsefesine tutkun Münch, 1892 de Berlin'de açtığı bir sergi ile devrin donmuş, akademikleşmiş havasını birdenbire karıştırmıştı. Münch korkulu rüyaları, gece yanlarında haykıran kadın figürlerini, yalnızlığı, ölümü, sonsuzluğa uzanan ıssız yolları, insanlığın acı duygularını tablolarında, çok mariz bir şairanelikle, canlandırıyordu. Yunan - Roma sanatının artık donuklaşmış formüllerini tekrarlayan Kuzey Avrupa çevreleri Münch'ün resim sanatına getirdiği bu bambaşka hava karşısında sarsılmışlardı.
Bu sarsılış, özellikle Almanya, Skandinavya, Hollanda, Belçika gibi memleketler sanatçılarına bir yeniden doğuş, bir Rönesans etkisini verdi. Münch'ün önderliği altında yavaş yavaş gelişen Ekspresyonizm, Kuzey Avrupa sanatının belli başlı bir akımı oldu.
Daha sonraları, Sigmund Freud’un psikanaliz üstüne araştırmaları Ekspresyonistlere etki alanlarını daha da genişletme imkânını sağladı. Freud insan ruhunun derinliklerini, seksüel komplekslerini deşmek istiyordu. Buna paralel bir araştırma resimde mümkün olmamakla beraber Ekspresyonizm, figürlere, yüzlere verdiği korkunç, endişeli, çalkantılı -obsessionel- ifadelerle kendine göre psikanalizdik bir karakter veriyordu. Avusturyalı Oscar Kokoschka'nın tablolarında canlandırdığı yeşil yüzlü garip, çok kere korkunç figürler Freudizm'in sanat planındaki en ilginç örnekleridir.
1928 de Meksika'da başlayan ve günümüze kadar bir çok değerli ressam yetiştiren Meksika ekolünün belli başlı temsilcilerini birer Ekspresyonist olarak ele alabiliriz. Diegog, Rivera, Oroszco, Siqueros, Ruffino Tamayo gibi Meksikalılar, Brezilyalı Segal, Portinari halk kitlelerinin sevgilerini, acılarını, ölümle pençeleşmesini dile getirdiler.
Belçika'da Permeke, Gustave de Smet, Van der Berghe, James Ensor, Almanya'da Emil Nolde, Kirchner, Georges Grosz, Max Beckmann, Hollanda'da Sluyters, Charley, Toorop, Fransa'da Gromaire, Soutine, Georges Rouault bu akımın belli başlı temsilcileridir.
Boyuna görüş, üslûp, teknik değiştiren Pablo Picasso bazı büyük kompozisyonlarında kudretli bir Ekspresyonist olmuştur. Picasso'nun bu stilde vücuda getirdiği en dikkate değer eseri büyük "Guernica" kompozisyonudur. İspanyol sivil savaşının barbarlığını, yırtılıcılığını bu büyük pentüründe dile getiren Picasso Ekspresyonist akımının şaheserini sanat tarihine mal etmiştir.
Empresyonizm (İzlenimcilik)
On dokuzuncu yüzyılda, Delacroix'nın, Corot'nun, Turner'in klâsik paleti bırakarak empresyonizmi, belki farkına varmadan, hazırlamışlardır.Bu hazırlama, dört başı mamur bir ekol halinde 1874 yılında kurulacak, az zamanda resim dünyasını etkisi altında bırakacaktı.
Hepsi 1830 ile 1841 arası doğmuş bir grup genç ressam 1860 yılında Paris'te buluşmuş, yeni bir akımın temellerini atmıştı. Bu ressamlar Claude Monet, Camille Pissaro, Sisley, Guillaumin, Degas, Cezanne, Berthe, Morizot ve Bazille idi.
Genç ressamlar, birlikte çalıştıkları akademilerin öğretim sistemini benimsemiyor, artık eskimiş, devrini kapatmış çalışma metotlarından kaçmak istiyorlardı. Koyu gölgelerle ağırlaşmış çıplak model etütleri, antik heykellerden kopyalar, Rönesans estetiğinin soysuzlaşmış prensipleri yerine; taze, canlı, doğrudan doğruya tabiattan ilham alan resimler yapmak istiyorlardı.
Bu amaçlarına varmak için genç sanatçılar, hocaları Gleyre'e sırt çevirerek sehpalarını nehir kıyılarına, ormanlara, tabiat motiflerine götürdüler ve berrak, şeffaf, gün ışığını canlandıran tablolar meydana getirmek isteği ile çalışmaya başladılar. Böylelikle, birkaç yıl içinde, resim tarihinde eşlerine rastlanmaz, orijinal görüş ve teknikli tablolar meydana gelmiş oldu.
15 Nisan 1874 de genç ressamların kurdukları grup, Nadar fotoğrafhanesinin Capucines bulvarındaki büyük atölyesinde ilk sergisini açtı. Claude Monet'nin teşhir ettiği "Doğan Güneş, Empresyon" adlı tablosu, genç grubun firması oluvermişti. "Empresyon", yani "Tesir-etki-duygu" adı "Charivari" mizah dergisi tarafından alaya alınarak yeni ressamlar "Empresyonist" -Tesirci-Duygucu" olarak isimlendirilmişti. Genç ressamlar bu alaydan gücenecekleri yerde, gerçekten "Duygu, etki peşinde koşmakta olduklarını" söyleyerek mizah dergisinin taktığı bu adı kabul etmişlerdi.
Claude Monet'nin "Doğan Güneş, Empresyon" diye isimlendirdiği, hararetli çekişmelere yol açan tablosu, gerçekten de Empresyonizm akımının bayraktarı olacak kadar devrimci, ihtilâlci bir eserdi.
Claude Monet, bu tabloyu, sabah sisi içinde, Argenteuil'de, Seine Nehri kıyısından yapmıştı. Tabloyu mavi bir buğu kaplıyordu. Uzaktan, mavilikler içinden portakal rengi bir güneş doğuyordu. Tabloda her şey belli belirsizdi. Net, kesin resmedilmiş hiçbir biçim yoktu. Tablo, Claude Monet'nin deyimi ile, "tabiata açılmış bir pencere" idi.
İngiliz ressamı Turner'in bazı eserleri bir yana, resim tarihi böylesine çalışılmış tablo görmemişti o güne kadar. Claude Monet ve arkadaşları biçimlerin, tabiat manzaralarının sertliğini, kesinliğini değil, aksine, tatlılığını, yumuşaklığını canlandırmak istiyorlardı. Gerçekten de tabiatta bütün biçimler hava katları içinde yumuşamış, sanki erimiş gibi değil mi idi? Güneşin doğuşunda, batışında sular, kıyılar, ağaçlar, evler, hattâ insanlar atmosferin kâh mavi, kâh mor, sarı yada turuncu cıvıltısı içinde eriyor, maddelerini yitiriyorlardı. Hele uzaklar, arka plânlar büsbütün siliniyor, hafif, bellisiz buğular halinde eriyorlardı.
Günün her saati başka idi. Klâsik ressamların hiç ilgilenmedikleri bu başkalık, Empresyonist ressamlara boyuna değişen, boyuna yeni âhenklere bürünen bir hayal âleminin kapılarını açıyordu. Orman içleri, nehir kıyıları, köy evlerinin turuncu damları, yelkenliler, havada dalgalanan bayraklar, güneşli pırıltılar içinde gezinen beyaz entarili kadınlar, ekilmiş tarlalar, tabiat ortasında, gün ışığı altında rastlanan bütün bu konular Empresyonist ressamların başlıca temaları idi.
Empresyonistler atölye çalışmalarından kaçınıyorlardı. Atölye ışığında her şey ağırlaşıyor, koyu gölgelere bürünüyordu. Atölye ışığı tabii, normal bir ışık sayılamazdı. Normal ışık, saf, pürüzsüz ışık dışarıda, açık havada idi. Tabloların dışarıda, tabiat konusu karşısında meydana gelmeleri gerekiyordu. Empresyonistlerin atölyesi tabiatın kendisi, nehir kıyısı, ağaç gölgesi, tarla ortası idi.
Empresyonistlerin çalışmaya başladıkları yıllarda bilim, renk fenomenlerini kesin olarak incelemiş, sonuçlandırmış bulunuyordu. Renk üstüne yapılan araştırmalar, Empresyonistler için teknik plânda sağlam bir dayanma alam oldu. Güneş ışığında ne siyah vardı, ne de o güne kadar klâsik ressamların kullandıkları griler, kahverengileri, koyu tonlar, kıymetler. Bundan ötürü, tablolara olanca parlaklıklarını vermek için, eski ressamların paletin deki bütün koyu renkleri atmak, yalnız güneş prizmasındaki altı, yedi rengi kabul etmek gerekti.
Artık, bundan böyle ışıklar; sarı, turuncu, kırmızı, gölgeler mor, mavi olacaktı. Tablo, bir yandan sıcak, bir yandan soğuk renklerin denklendiği parlak, şeffaf, pırıltılı, cıvıltılı, bol ışık veren, güneşi duyuran bir alan olmalı idi. Tabloyu seyredenin gözü kamaşması gerekti.
Claude Monet'nin, Sisley'in, Camille Pissaro'nun. Renoir'ın, Guillaumin'in Bazille'in tabloları bu prensip üstüne kuruldu. Bu prensip uzun yıllar halkça yadırgandı. Halk, deseni kesin olarak sınırlandırılmış, sert renklerden kaçınan, genel olarak siyaha, kahverengine kaçan gölgeli, gerçekçi resimlere alışmıştı. Oysa, Empresyonizm bütün bu akademikleşmiş değerleri bir yana atıyor, seyirciye yepyeni bir dünya açıyordu.
Empresyonist tablolarda desen-çizgi yapısı eski kesinliğini yitirmişti. Biçimler titrek, belirsiz sınırlandırılmıştı. Desen, çizgi yapısının önemi ikinci, üçüncü plâna atılmıştı. Empresyonist tablolarda önemli özellik, gün ışığının parlaklığı, şenliği, cıvıltısı idi. Konu da önemini yitirmişti. Örneğin, Claude Monet, bir tarlaya diktiği şövaleyi yerinden oynatmadan, aynı tabiat parçasına bakarak, onu, günün çeşitli saatlerinde büründüğü renkler içinde yorulmadan, bıkmadan resmedebilirdi. Aynı konu, aynı tabiat parçası sabah, öğle, öğle sonrası ve akşam başka başka âhenklere bürünüyordu. Böylelikle Claude Monet, çalıştığı yerden kalkmadan dört, beş tablo yapmak yeniliğini getiriyordu.
Empresyonistler boyayı tuval üstüne, eski ressamlardan çok değişik bir teknikle sürüyorlardı. Boya karışımlarını azaltmışlardı. Belli bir "ton" u, bir renk kıymetini bulmak amacıyla birbiriyle karıştırılan renklerin -kimyevî barışmazlık yüzünden- sonunda karardığını, şeffaflıklarını yitirdiklerini anlamışlardı. Bu yüzden karışımları azaltmışlar, üçten fazla rengi hamur haline getirmemeye çalışmışlardı. Daha uzağa giderek, renkleri palette karıştırmadan tuval üstüne yan yana sürüyorlardı. Böylelikle karışımı, tabloya uzaktan bakan seyirci gözü yapıyordu. Örneğin, mavi ile sarı karışımından doğacak yeşil, bu renkler tuval üstüne yan yana sürülmekle sağlanabiliyordu. Bu tarz gerek mavinin, gerek yeşilin bütün kıymetleriyle canlı kalmasını, karışarak kirlenmemesini sağlıyordu. Tuval üstündeki yakınlıkları karşılıklı etkiyi doğuruyor, yan yana sürülmüş mavi ile sarı, otomatik olarak yeşil rengi doğuruyordu.
Empresyonist akımını iki yönden ele alabiliriz: Teknik bakımından başardığı devrim, duygu bakımından getirdiği taze hava.
Teknik devrim gerçekten de pek önemli idi. Güneş ışığındaki yedi rengi kullanmakla sağlanan renklilik, parlaklık, klâsik sanatın siyah, kahverengilerini tarihe veriyordu. Empresyonist tablolar "tabiata açılmış birer pencere" gibi aydınlık, ferahtı. Artık ressamlar gece karanlığını hatırlatan ağır, koyu gölgeler vuramazlardı. Empresyonist tablolarda uçuşan turuncu, sarı, mor, mavi renkler güneş aydınlığında kamaşan gözlere tablonun da göz kamaştırıcı olabileceğini gerçekleştiriyordu.
Duygu bakımından Empresyonizm, adamakıllı eskimiş gelenekleri kökünden yıkıyordu. Konu, hele edebî, tarihî yada mitolojik konu ressam için artık önemli değildi. Ressamın başlıca ödevi herhangi bir sahneyi, bir olayı canlandırmak değildi. Bir bakıma insan da resimdeki eski yerini kaybetmişti. İnsan resmi, portresi, çıplak yada giyinik kadın vücudu yerine ele alınan tek konu tabiat idi. Ressamı bundan böyle ilgilendirecek ancak tabiat olacaktı. Hem de açık, pırıltılı, güneşin olanca kuvvetiyle egemen olduğu bir tabiat.
Empresyonist Ressamlar
Claude Monet (1840-1926) — Alfred Sisley (1839 -1898) — Camille Pissaro (1830-1903) — Armand Guillaumin (1841-1927) — Berthe Morizot (1841-1895) — Frederic Bazille (1841-1870).
Paul Cezanne (1839-1906), Edgar Degas (1834-1917), Renoir (1841-1919) gibi üç büyük ressamı da Empresyonist akımın çerçevesi içine almak gerekse de, bunlar kendilerine has özelliklerle yukarıda saydığımız ressamlardan ayrılıyorlardı.
Cezanne, Empresyonizmin prensiplerini kabul etmekle beraber, tablonun biçim ve geometrik yapısını da ele alıyor, böyle yaparken Kübizmin temelini atmış oluyordu. Cezanne'ın tabloları renk bakımından Empresyonist olmakla beraber, desence de sağlamdı. Daha doğrusu, Empresyonistler renklerle eşyanın sınırını, desenini "eritir" iken, Cezanne bu renklerle hem atmosferin titreşimlerini, hem de eşyanın arkitektüral yapısını ifade etmek istemişti.
Renoir manzara ressamı değildi, figür, portre, kompozisyon ressamı idi. Tabiat onun resimlerinde figürlere ekli bir dekordu. Renoir'a göre, ideal konu kadın vücudu idi. Kadın vücudunu ifade için bu ressamın Empresyonist kurallardan uzaklaşarak klâsik resmin geleneklerine yaklaşması gerekti. Ama Renoir, örneğin Venedikli ressamlara benzerliğini, Empresyonist paletten fedakarlıkla elde etmemiş, renk titreşimini figür ve portre tarzlarında tatbik etmek ustalığını göstermiştir.
Degas, pastellerinde Empresyonistti, ama boyalarında, hele tiyatro, bale, at yarışları gibi konularda geleneğe bağlanabilirdi. Ne var ki, Degas, kompozisyon kurmada büyük yenilikler getirmişti. Kendinden önceki hiçbir ressamın gösteremediği bir cesaretle ancak fotoğraf enstantanelerinde görülen hareket canlılığını tablolarına aktarıyor, tablo çerçevesinin dört yanını fotoğraf makinesinin objektifi gibi kullanarak resmetmek istediği konunun en önemli parçalarını alarak kalanını sanki kırpıyor, harcıyordu.
Fovizm
"Modern Sanat Sözlüğü" Fovizmin tarifine şöyle başlar: "Saf renklerin alabildiklerine gelişmesi, açılması temeline dayanan Fovizm, XX. i yüzyılın ilk sanat devrimidir. Fovizm, programı, teorileri ile bir "ekol", kesin bir akım değil, birkaç ressamın birleşmesi, eşit kaygılarla çalışmasından doğmuş bir harekettir."
Gerçek bu olmakla beraber, Fovizm'i, Empresyonizm ve Neo-Empresyonizm akımlarının bir sonucu, normal bir devamı olarak ele almak gerekir. Bu iki ekol, önceden de gördüğümüz gibi, renk teorilerini, bilimin renk üstündeki son buluşlarını kullanarak onları resim plânına aktarmış, rengi, hiçbir sanat çağının görmediği parlaklığa yükseltmişlerdi. Tablo onlarla ancak renkle, rengin bahşettiği zenginlikle yaşıyordu.
Fovizm, Empresyonizm ve Neo-Empresyonizm'in sağladığı renk egemenliğini sınırsız ve sistemsiz denecek bir coşkunlukla kullandı. Renk "lirizması", renk coşkunluğu bu akımla son basamağına çıkmış bulundu.
1905 yılının "Sonbahar Sergisi"nde Henri Matisse'in etrafına toplanan bir grup genç ressam, eserlerini bir salonda toplamış, Fovizm akımının ilk gösterisini böylece düzenlemişlerdi.
Fauve, Fransızca'da "yırtıcı hayvan" anlamına gelir. Fovizm'i de "yırtıcılık" diye çevirebiliriz. Bu isim, yeni ressamlara, 1906 sergisinde, sanat eleştirmecisi Louis Vauxcelles tarafından verilmişti. Genç ressamların çok şiddetli renklerle örtülü tablolarının bulunduğu salonun ortasında bir heykeltıraşın ölçülü, klâsik bir eserini gören Vauxcelles, "Bu Donatello'nun -bir Rönesans heykelcisi- bu aslanlar, kaplanlar, yırtıcı hayvanların arasında ne işi var?" diye bir nükte atmıştı. Pek beğenilen bu "yırtıcı hayvanlar" adı ressamlarca da kabul edildi ve Fovizm, yırtıcı hayvanlık Matisse ve arkadaşlarının firması oldu.
Fovistler renk taşkınlığına sınır bilmiyorlardı. Henri Matisse, Andre Derain, Vlaminck, Camoin, Manguin, Friesz ve Raoul Dufy o güne kadar hiçbir ressamın uygulamaya cesaret etmediği aşırı renk âhenklerini başarıyorlardı. Örneğin, güneş batışını tasvir eden bir tabloda ağaç kütükleri düpedüz kırmızı, yada turuncu, karşı dağlar masmavi, yada mordu. Yer kanarya sarısı, yapraklar çiğ yeşildi. Resimde iki renk kıymetini birbirine bağlayan "geçiş renkleri" denilen griler, sönük kıymetler genç ressamların tablolarında hemen hemen yok denilecek kadar azdı. Her tablo, asılı bulunduğu duvarda, bir renk bombası şiddetiyle patlıyor, birbirine zıt, karşıt renkleriyle gözleri sanki hırpalıyordu.
Fovizm, resim dünyasında bir an parlayıp çabuk sönen, ama yüzyılımızın başında değerli eserler vererek yeni yollar açan bir "havaî fişek" gibi oldu. Zamanla Fov'lar, teker teker başlangıçtaki heyecanlarını yitirdiler, kişiliklerine büründüler. Henri Matisse Doğu minyatürlerini inceleyerek bilinen üslûbuna kavuştu. Andre Derain klâsik geleneklere saplandı, kara, koyu renkli paleti benimsedi, renk cümbüşünden vazgeçti. İlkin ateşli birer "yırtıcı hayvan" olan Marquet, Friesz, Braue, Rouault, Van Dongen ve başkaları daha mülayim, daha ölçülü renk âhenklerine döndüler.
Fovizm'in ilk temsilcileri
— Henri Matisse (1869-1957) — Andre Derain (1880-1957) — Georges Braque (1882-1963) — Van Dongen (1877- ) — Albert Marquet (1875-1947) — Georges Rouault (1871-1958) — Othon Friesz (1879-1949) — Maurice de Vlaminck (1876-1959).
Fütürizm
Fütürizm yüzde yüz bir İtalyan akımıdır. 1909 yılında ünlü İtalyan yazar ve şairi Tommaso Marinetti, Le Figaro gazetesinde Fütürist akımın programını, prensiplerini, "manifesto" sunu yayımlamış, İtalya'nın ve Fransa'nın sanat çevrelerinin dikkatini üstüne çekmişti. Fütrizmi edebiyata uygulamaya çalışanların başında, Marinetti gelir. Fakat fütürizm kuvvetli şairler yetiştirmemiş, kurucuları bile sonradan kübizme dönmüşlerdir.
XX. yüz yılın başlarında, büyük siyasî ve askerî olaylar meydana gelmiştir. Bunların sonucu olarak toplumlar, çok acı sosyal dertlerle karşılaşmışlardır. İnsanlar ya şaşkına dönmüş, ya da dünyaya yeni bir yön vermek için, hummalı bir çalışmaya koyulmuşlardır. Gerçek olan bir şey varsa, makina, ekonomik hayata tam güçle girmiş; fabrika gürültüleri bütün dünyayı sarmaya başlamıştır. Böylece insan emeğinin ağır adımları yanında, baş döndürücü bir sürat meydana gelmiştir. Her şey bir dinamizme bağlanmıştır. Bu sürat karşısında sanatçı da kendinde bir hız bulmuş, tablosunu veya şiirini bu dinamizme uydurmak ihtiyacını duymuştur.
Fütürizm, geçmişin durgun davranışına düşman kesilmiş ve onun belli ve kuralcı alışkanlıklarını beğenmez olmuştur. Fütürizm, içinde bulunduğu: zamanın ve hattâ geleceğin dinamizmine yönelmiş, bu dinamizmin gürültüsünü ve hızını eserlerinde duyurmaya çaışmıştır. Böylece mısralarınm ses örgüsünde makina ve çark seslerini duyurmaya, ruhta bir dinamo gücü meydana getirmeye çalışmışlardır. Sürat ve demir-çelik sesi, şiirde duygu yönünü zayıflatmış, insanın nabzına âdeta bir demir serliği verme çabasına düşmütür.
Fütürizmin babası F. T. Marinetti 1876 da Mısırda doğmuştu. Paris'teki Sorbonne Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde okumuş, 1909 dan sonra yazı ve piyesleri ile yazı dünyasında tanınmaya başlamıştı. Marinetti 1910 da Milano'da üç İtalyan ressamı, Carlo Carra, Umberto Boccioni ve Luigi Russolo ile tanışarak Fütürizm'in temellerini kurdu. Az sonra binlerce sayı basılan "Fütürizmin Manifestosu" İtalya'da dağıtılıyordu.
Fütürizm'in kurucularına bir süre sonra Giacomo Balla ve Gino Severini de katıldılar. İkinci baskısı dağıtılıp çarçabuk tükenen Manifesto Fütürizm'in kuramını Fransa ve İtalya sanat dünyasına bildiriyordu.
Az zaman içinde Batı dünyasında tepkiler uyandırmış olmakla beraber, Fütürizm hareketinin özellikle o devir İtalya'sının koşulları göz önünde tutularak doğduğu şüphesizdir. Marinetti ve arkadaşları, on sekizinci yüzyıldan o güne, durgunluk içinde bulunan İtalyan sanatını, hareketli, dinamik bir sanat akımı yoluyla kamçılamak, ona yeni canlılık, hamle kuvveti vermek istemişlerdi. Geleneklerine bağlı yorgun, cansız İtalya'ya yeni bir entelektüel canlılık vermek, onu çağdaş espriye yaklaştırmak Batı dünyası içinde kaybetmiş olduğu sanat ve fikir prestijini iade demekti.
Bu bakımdan Fütürizm, yalnız bir sanat akımı değil, sosyal önemi, anlamı olan bir hareket genişliğine erişiyordu.Fütürizm'in çıktığı yıllarda Kübizm yayılmaya başlamıştı. Fütürist'ler Picasso, Braque gibi Kübistlerin araştırmalarından faydalanmakla beraber, resim plânında yeni buluşlarla meydana çıkıyorlardı. Gerçekten de Marinetti ve arkadaşlarının ileri sürdükleri prensibin çağdaş sanat tarihinde benzeri yoktu.
Fütüristler, dinamizm, canlılık, faaliyet, ileri atılış, hamle demekti. Adından da bu anlam çıkıyordu. "Fütur", "Îstikbal-Gelecek" demekti. Fütürizm, dünden adamakıllı ayrılmış, bugünün üstünden de atlayarak gözlerini geleceğe, geleceğin dinamik varlığına dikmişti. Prensibi hareket, durmadan, dinlenmeden hareket, çaba, çalışma idi. Bundan ötürü Fütürizm, seçtiği teknikte statik, hareketsiz olamazdı. Meydana getirilecek eserler, seyirci duygusunda bir makinenin, bir motorun, bir çarkın durmadan çalışmasına benzer bir hareket etkisi uyandırması gerekti.
Fütürist resimler, resmedilen konunun "an"ını, plâstik durgunluğunu değil, bir durumdan bir başka duruma geçişini sembolleştirecekti. Onun için Fütürist'ler, çokluk hareketli konular seçiyorlardı: Dansözler, balolar, karnaval sahneleri, fırtınalı denizler, fabrika, motor, son hızla yürüyen otomobil, uçak gibi mekanik araçlar, hep değişen, baş döndürücü bir tempo içinde hamle eden, dönen, boşluk içinde yer değiştiren temalar.
Fütürizm, hareketi ifade için, o güne kadar uygulanmayan bir teknik kullanıyordu. Kübizm de obje'yi -eşyayı parçalamıştı, ama statik, hareketsiz sonuçlara varmak amacı ile parçalamıştı. Kübizm'in eşyayı parçalayışı, örneğin bir bardağı, bir şişeyi, yada bir insan yüzünü bütün plânları içinde- önünü, yanlarını, hattâ arkasını- göstermek amacını güden bir parçalayış idi. Kübizm eşyanın ağırlığını sembolize etmek istiyordu.
Fütürizm'in eşyayı parçalayışı, konfeti pullarını andırır küçücük bölümlere bölüşü eşyanın, yada insan, makinelerin bir andan bir başka âna geçişini göstermek içindi. Pek çabuk hareketlenen bir insan, yada bir cisim, varlık çizgilerini hava içinde eritir ve gözlerimiz onun yapısını fark edemez. Pek çabuk hareketlenen cisim parçalanmış moleküller halindedir sanki. Bu bilimsel gerçek Fütürist'lerin tekniğini etkilendirmişti. Pek çabuk ileriye doğru hareketlenen bir lokomotifin gövdesi, tekerlekleri, çıkardığı duman hayal gibi belirir. Çılgın bir tempo ile raks eden, fır dönen dansözlerin vücut ve bacak hareketleri boşluk içinde arabeskler çizer.
Fütüristler bu belirtileri, bu hareketleri, bu arabeskleri resmettiler. Getirdikleri bu yenilik, özellikle İtalya'da, Marinetti ve arkadaşlarının kovaladıkları amaca vardı: Gerçekçi gelenekle bağlı İtalyan sanat dünyasında kıpırdanma belirdi. Yeni, dünya çapında bir akımın öncüsü olmak kıvancı ile İtalya ressamları kendilerini daha atılgan, daha ileri sanat şekillerine vermeye başladılar.
1914-18 dünya savaşı ile Fütürizm hızını yitirmiş bulundu. Fütürizmin hızını kaybetmesi, kurucusu Marinetti'yi prensiplerinden vazgeçirmemişti. Bir ara Mussolini, Fütürizmle ilgilenmişti. Onun dinamik prensipleri, kurmak istediği yarının İtalya'sı havası ile barışabilirdi. Ama sonraları Faşizm, doğrudan doğruya gerçekçi, İtalyan milletinin kahramanlık duygularını kamçılayan bir sanatı savunmaya başladı. Fütürizm, soyut, ancak aydınlara seslenebilen bir sanat akımı idi.
Fütürist ressamlar
Carlo Carra (1881) - Umberto Boccioni (1882 -1916) - Giacomo Balla (1871-1954) - Gino Severini (1883) - Luigi Russolo, Enrico Prampolini, Ardengi Soffici v.s.
Hümanizm
14. YY başlarında İtalya da doğmuştur. Eski uygarlıların (yunan-Latin) ve eski eserlerin ortaya çıkarılmasını ve incelenmesini amaçlamıştır. İnsanlığın kendini yeniden buluşu özünü keşfedişidir. Tarihte profesyonel yazar kişiliği ilk defa bu akımla ortaya çıkmıştır. Hümanizm insani konularda doğaüstü inanışların hocalığını açıkça reddeder; fakat bunun yanında inançların kendisini hedef almaz. Genelde Ateizm ve Agnostisizm ile bütünleşebilir ama hümanist anlayış bunlara içkin değildir. Hümanizm bu tür doğaüstü güçlerin varlığıyla ilgilenmeyen etik tabanlı bir görüştür. Seküler bir hayat duruşu ilkesi ve her otorite karşısında insanı özgürleştirme çabası hümanizmin amacıdır.
Hümanizme göre doğruyu bulmak insanın bir yetisidir. Fakat doğruyu bulma yönteminde gizemcilik, mistisizm, gelenek ve bunlar gibi genel geçer kanıtlarla ve mantıkla bütünleşmeyen yöntemler izlenemez. Gerçeğe duyulan bu arzu, gözü kapalı kabullenimlerle değil, bilimsel şüphecilik ve bilimsel yöntemle doyurulmalıdır. Otoriteyi ve aşırı şüpheciliği de reddederken, kaderin olaylar üzerindeki etkisini kabul etmez. Doğrunun ve yanlışın bilgisine kişisel ve ortak bilincin en doğru biçimde algılanmasıyla ulaşılabileceğini savunur.
Bunun yanısıra humanism insanın tüm diğer canlı türlerinden daha özel olduğu düşüncesini reddeder. Hümanist filozof Peter Singer “Birçok istisna olmasına rağmen, hümanistlerin çoğu kendilerini en büyük dogmadan özgürleştiremiyor… önyargılı türcülük… Hümanistler diğer canlı türlerine karşı düşüncesizce istismarlara karşı durmalıdır.” diyerek hümanizmin doğalcılığını ve hayvanseverliğini belirtmiştir. Bizim diğer canlıların üzerinde tanrı-vergisi bir hüküm hakkımız olmadığını ekler.
Hümanizm insanın kapasitesine iyimser yaklaşır, bunun yanısıra insan doğasının tümüyle iyi ya da tüm insanların hümanizmin savunduğu ussalcı ve manevi değerlere ulaşabileceğini savunmaz. Bu hedef birey için azim ve diğerlerinin yardımını gerektirir. İnsanın gelişimidir hümanizmin ereği, bütün insanlar için hayatı daha iyi yapmak. Hümanizm güzel şeyler yapmaya, şimdi ve burada iyi yaşamaya ve geleceğe daha iyi bir dünya bırakmaya yoğunlaşır, sonraki hayatta ödüllendirilmek üzere hayat boyu acı çekmeye değil.
Hümanizm Rönesansa, İslamiyetin Altın Çağı’na ve Antik Yunan kalıntılarına dayandırılabilir ve hatta humanist düşünce Buddha ve Konfüçyüs’te de görülebilir. Bunun yanında humanism terimi daha çok batı felsefesiyle bağlaşıktır. Hümanizm terimi 19. yüzyılın başlarında, 15. yüzyıl İtalya’sında klasik edebiyatla ilgilenen kimseler için söylenen umanista sözcüğünden kökenlenir.
Klasizm
Klasizim, kelime anlamı bakımından, kuralcı sistem demektir. Fakat edebî akım olarak tariflemek gerekirse, iki şekilde tanıtmak mümkündür :
1. Klasizim, bir milletin kendi öz dilinde meydana gelen ve zamana dayanabilen, modaya göre degişmiyen edebî eserlerin bağlı bulunduğu akımdır.
2. XVII. Asır Fransa'sının Boileau, Moliere, La Fontene, La Buriyere, Racine, Bosuet, Madam De La Fayette gibi sanatçılarının temsil ettikleri belli kurallara dayanan bir edebî akımdır. Buna, «1660 ekolü» de denir.Klasizmin doğuş sebebini bilmedikçe, onun ölçülerini kavramak mümkün değildir.
Avrupa'da yeniden doğuş anlamına gelen rönesans; devinmesiyle Hümmanîzm denen bir akım, sanatçıların sinir sistemini sarsmıya başlamıştı. Hümanizm, eski Yunan ve Lâtin edebiyatına eğilim hareketidir. Bu eğilimin takıldığı sorun şu idi:Acaba, milâttan önce gelip-geçmiş bu Yunan ve Lâtin sanatçılarının eserlerinde, zamanımız insanlarının içini burkan onların gözlerini yaşartan, onları düşüncenin dönemeçlerine düşüren sır nedir? Neden o eserleri binlerce sene önce meydan tiyatrolarında seyreden insanlann heyecanıyla, aynı eser leri okuyan, ya da modern sahnelerde seyreden bugünki insanlann heyecanı arasında bir fark yoktur?Bu sorulara, klasizmin temelini kuran şu üç esasa bağlı bir karşılık bulunmuştur :
1. Bu eserlerin konuları tabiata uygundur.2. Davranışlar, aklın denetimine bağlıdır.3. Konulan gerçektir.
1. Konunun tabiata uygunluğu :Konunun tabiata uygunluğunu alıyabilmek için, önce klasizme göre Tabiat'ın ne olduğunu kavrıyalım :Klasizme göre tabiat, dış âlemde gördüğümüz, belli bir estetiğe ve ahenge bağlı olan dağ, su, ağaç, hayvan, eşya gibi varlıkların meydana getirdikleri düzen değildir. Bu büyük tabiat, klasik sanatçıları hiç ilgilendirmemiştir. Yani dış tabiatı eserlerinin dekoruna sokmamışlar, eserlerinin çatısında ona yer vermemişlerdir.Bu sanatçılar, tabiat (olarak insanın iç yapısını ele almışlardır. Çünkü sürekli olan tabiat bu tabiattır. Onlara göre dış tabiat sahtedir. Onun içinde meydana gelen olayların hepsi gelip geçicidir. Şimdi olan, biraz sonra yoktur. Yok olan şeyde de süreklilik ,ve değişmezlik aranmaz. Ağaç şimdi yeşil, sonra çıplak; hava şimdi soğukken biraz sonra sıcaktır. Halbuki insan tabiatında süreklilik ve değişmezlik başta gelir.İnsan tabiatında fikir ve duygulardan gelen iki türlü davranış vardır. Bunlardan birisi aklın denetimine bağlı olan davranışlar; öteki de bu denetlemenin dışında kalan, içgüdüye bağlı olan davranışlardır.
2. Davranışların, aklın denetimine bağlı olmaları :Duyguların bir kısmı, aklın denetimi altında, bir çokları da bu denetimin dışında kalırlar.Akim denetiminden, yani iradenin baskısından kurtulan davranışlar, insanı alçaltan, küçülten, onun yüceliğini ortadan kaldıran hayvansal duyguların hisleriyle meydana gelen davranışlardır. Bu çeşit içgüdü verileri hayvanlarda da vardır. Böylesi davranışlar insanda ve hayvanda birbirinin benzeridirler.Buna karşılık insan, bazı davranışlarını, sağduyusu yardımıyla denetleme altına alabilir. Ancak bu çeşit davranışlar insanlığı kurtarabilir.Hayvansal duygularımız yani ihtiraslarımız, iştahlarımız olmasa da biz insanız. Fakat aklın denetlediği, yani sağduyuya bağlı olan davranışlarımız lortadan kalkınca, insan olmaktan çıkar hayvanı aşarız. Bu bakımdan içgüdüye bağlı davranışları sanata sokmak doğru değildir. Çünkü bu davranışlarda değişmezlik yoktur. Midenin acıkması gibi gelip geçicidirler. Mide doldurulunca, onu dolduran yiyeceğe karşı önceden duyulan iştah ve istek ortadan kalkar. Demek ki bu çeşit isteklerimizde süreklilik ve değişmezlik yoktur. Bunun için de bayağıdırlar. Bayağı şeylerin sanata girmeleri doğru olamaz.Klasiklere göre, insanın yarattığı aksiyonlardaki çirkinlikler ve kötülükler, içgüdülerden gelir. Eğer bu çirkinliklerin, sanata getirilmelerinde bir zorun olursa, bunları, ancak insanlık değerlerinin ayarlarını yükseltmek için, ibret levhası olarak getirmelidir. Örneğin bir kralın insanlık şerefini zedeleyen baskısını, eziyet ve işkencelerini hicvetmek, ya da kamu oyuna göstermek maksadıyla böyle bir yola gidilebilir.Fakat bu da, aksiyonları duyumlardan sıyırmak, sağduyuya teslim etmek şartıyla yapılabilir. Olaylara bu nitelik verilmezse, trajedinin o sahnesi, klasik doktrine aykırı düşer. Çünkü hayvanı sahneye çıkarmak, klasizme göre mümkün değildir. Şekil bakımından bu böyle olmakla beraber, içgüdü çıkışlarını sahneye dökmek, orada hayvanı yaşatmak demektir.Bu açıklamalardan şu çıkıyor : Akıl adı altında bir bütünlük meydana getiren sağduyu (mantık) ve iradenin firenleyemediği davranışlar, sanata konu olamıyorlar. Buna karşılık iradenin baskısı altında kalan ve herkes tarafından bilinen genel ve değişmez davranışlar sanata girebiliyorlar.
3. Konuların gerçek olmaları :Klazisim, hayale hiç önem vermemiştir. Çünkü hayal, aldatıcı ve sahte bir karaktere sahiptir. Hayal gerçeğin tam tersidir. Hayal, olmuş şeyin üzerinde durmaz; fakat şeyin, olmasını ister.Asıllarında süreklilik ve değişmezlik olmayan şeyler, gerçek değildir. Gerçek olan şey değişmez, herkes tarafından görülür ve bilinir, her zaman varlığını gösterir.Sanatçı, konusunu seçerken, insan tabiatındaki süreklilik, değişmezlik ve genellik karakteri taşıyan ve bütün insanlarda ortak olarak bulunan davranışlara doğru eğilmelidir. Bütün insanlardaki ortak davranışlar, zaman ve yere bağlı olarak değişmedikleri için, sürekli ve gerçektirler. Tarihteki aksiyonların birçoğu, bir zaman parçası içinde meydana gelmiş fakat bir daha görünmemek üzere kaybolmuşlardır. Çünkü bu olayların birçoğu, sayduyunun verisi değildir. İnsandaki değişmez değerle ilişkileri yoktur. Tarihteki bütün zulümler, maceralar, şaşaa ve debdebeler, harpler birer ihtirasın eseridir. Bunların çoğu, irademin denetimine bağlı olan davranışlara dayanmazlar.Buna karşılık Tanrı düşüncesi bakımından, bütün insanlardaki iman ve inancın şiddeti, karakteri aynıdır. Tanrı kavramında değişiklik olsa bile, inancın karakterinde bir başkalık olmamıştır, işte hakikat olan şeyler, bu değişmeyen değerlerdir.Körlük, topallık gibi insanın dış yapısında görülen bozukluklar, vücudun yapısındaki dengenin ve estetiğin özüne bağlı nitelikler değildir. Bu böyle olmakla beraber delilik, sadislik ve manyaklık gibi ruhsal bozukluklar, insan tabiatının gerçek yapısına aykırıdır. Bu bakımdan bir kimsenin topallığı, bütün insanların tımarhanelere dolmalarını gerektirmez. Bu çeşit bozukluk ve sakatlıklar, insan tabiatına ve vücut yapısına aykırı düştükleri için sanata giremezler.Modaya ve âdete bağlı olan davranışlar da sanata giremez. Çünkü bunlar gerçekle ilişikli olmayan geçici şeylerdir.Bu bakımdan modanın giyimleri ve eşyalarını sahneye getirip eserin özünü, bu eşya yığını arasında kaybetmek doğru değildir.Eşyanın ve giyimin modası olduğu gibi, fikirlerin de modası vardır. Böylesi fikirler, süreklilik ve değişmezlik göstermezler. Bu çeşit fikirleri sanata getirmenin faydası yoktur. Çünkü böylesi fikirler, kendi modalarıyla birlikte eserin de ortadan kalkmasına sebep olurlar.
Bu açıklamalar şunu gösteriyor ki genel, değişmez ve sürekli olan şeyler gerçektir; böyle olmayanların gerçekle ilişkileri yoktur.Klasizmi daha iyi kavrayabilmek için zaman, yer (mekân) konu birliği prensibini de bilmek gerektir. Klasizmde bu üç prensibe üç birlik prensibi denir.
Klasizmde bu birliğin büyük bir önemi vardır. Klasizme göre, uzun bir zaman içinde akıp giden bir olayı, iki üç saatte seyrediliverecek bir trajedinin içine sıkıştırmak mümkün değildir. Bu böyleyken, olayın geçtiği yeri, bütün ayrıntıları ve incelikleriyle sahneye oturtmak da imkânsızdır. Bu duruma göre, olayın meydana geliş sırasındaki yere ve zamana önem vermeye lüzum yoktur.Zaten klasik sanatçılar, insanın etini ve kemiğini bir kenara bırakıp onu, sadece bir ruh olarak düşündükleri için, değişmez ve genel olan bu ruh, zamanın her parçası içinde vardır. Çünkü o, zaman ve yere göre şekil almamaktadır. Her zaman ve her yerde aynıdır.Klasik eserlerin korkuları da çok basit olmalıdır. Bir konuyu bütün parçalarıyla ele almak, yani konuyu dağıtmak eserin zayıflamasına sebep olur. Her konunun bir merkezi vardır. Sanatçı, bu merkeze girmeli, konunun kenarlarına dokunmamalıdır.Bir trajedinin zamanı ve yeri konusunun basitliğine bağlı kalmalıdır. Öyle ki konu, günlere, aylara ve senelere dağılan bir genişlikte değil, iki üç saatlik bir zaman süresi içinde olup biten cinsten olmalıdır. işte klasizmde, konunun basitliği ve zamanla yerin önem taşımaması ve üçünün arasında bir birliğin bulunmaması şartı, hatırdan çıkarılmayacak bir prensiptir.Klasizmin şimdiye kadar anlatılan nitelikleri yanında şu noktaların da bilinmesi lâzımdır :
a) Klasizmde karakter değil, tîp esastır : Yukarıda da söylendiği gibi, insanın dış yapısı, yani et ve kemik kısmı, klasizmi hiç ilgilendirmez. Onun içindir ki dış portreye Önem verilmemiştir. Bir kimsenin kellik, körlük topallık, kamburluk v.b. gibi insan vücudunun dengesine aykırı düşen sakat, bozuk ve çirkin yapılışları, klasik eserlere bir tasvirle giremezler. Bu böyle olduğu gibi, birtakım ruhsal bozuklukların da klasik eserlerde yerleri yoktur.Klasizm insanı, aklın düzene koyduğu ve sınırlandırdığı mücerret ve ideal bir ruh olarak düşünmüştür. Bu sebeple insan tabiatındaki aklın denetimine bağlı, genel olarak herkeste var olan değişmez ve gerçek davranışları, klasizm, bir tip haline getirmiştir. Klasizme göre, insanın kişiselliğinin hiçbir önemi yoktur. Bu bakımdan trajedinin kahramanları, belli özelliklere bağlı birer karakter örneği değil; herkeste ortak olan genel niteliklerin temsilcisi tipler olmalıdır.Klasizmde muhteris ve cimri bir kimse yoktur. Fakat herkeste ortak olarak bulunan ihtirasın ve cimriliğin kendisi vardır. Şu halde tip, bunları temsil edecektir.
b) Klasizmde beşerilik :Klasizm beşerî bir karaktere sahip olduğu için millî tarihe, yerli giyimlere ve renklere değer vermemiştir. Ortaçağ tarihi onu hiç ilgilndirmemiş, uzak beldeler onun ilgisini çekmemiştir. O, sadece bütün insanları ilgilendiren genel konular üzerinde durmuştur. Onun yaşattığı tipler, her yerdeki insanlar tarafından tanınan tiplerdir.Klasizmin beşerîlik anlayışına göre, fertleri kendilerine has kişilikleri içinde görmekten kaçınmalıdır. Gerçek orjinalite, birinin ötekinden farklı oluşunda değildir. Eğer orijinalite bu farklılıktan ileri geldiyse, bizden farklı talan insanın bizimle ortak olan hiçbir tarafı bulunmazdı. Bu yüzden bizden başka olan bir kimseyi kavramamıza imkân olmazdı. O halde sanat, insanlarda ortak olarak bulunan konular üzerinde durarak genellik, yani beşerîlik vasfı taşımalıdır.Klasizmde daha çok tiyatro eserleri önem kazanmıştır. Eğer Madam De La Fayette, Princesse De Cleves adındaki romanını sanat dünyasına kazandırmamış olsaydı, klasizmde Roman'dan söz açmak güçleşecekti.
Bizim, Tanzimat edebiyatımızla batıya yönelişimiz sırasında, Romantizm bile yerini Realizm'e bırakmış bulunduğundan, daha önce ömrünü bitirmiş olan Klasizm'i tanımamız ve edebiyatımıza getirmemiz mümkün olmamıştır. Şinasi ve Ahmet Vefik Paşa'nın gayretleri bir kenara bırakılırsa, bu böyledir.Klasizm, hayatın birçok gerçeklerine yüz çevirdiği ve insanlığı gerçek yapısı içinde değil de kendi idealizmine göre biçimlendirdiği için, kullandığı dil de ince ve süzme bir dildir. Klasizme göre, fikirler zaten yeteri kadar karanlıktır. Bunu daha karartıcı bir dille anlatmak yersiz olur. Klasizm, ölçülü ve genel bir güzellik düşündüğü için, bunu anlatmakta kullanılacak kelimeler kaba ve bayağı olamazlar. Bu bakımdan klasik edebiyatın dili, sanatın inceliğine paralel olarak ölçülü ve seçimli kelimelerden meydana gelmiştir.Dil, bu nitelikleri taşımakla beraber, okumuşların yadırgamıyacaklan kadar da açık ve sade olacaktır. Trajedinin dili, geniş halk sınıfına hitabedecek kadar açık ve sadedir. Fakat bu sadeliği, klasik edebiyatın zarafetini zedeliyecek ölçüye indirmemek gerektir.
Kübizm
Sanat - Sanat Akımları
Kübizm, XX. yüz yılın başında ortaya çıkan ve daha çok resim alanında kendini gösteren, sonradan öteki sanat dallarına da etki yapan, konunun sadece görünen tarafını değil, görünmeyen taraflarını da göstermeye çalışan bir akımdır.1910 yılında kendini göstermeye çalışan kübizm, dört yıl kadar bir ömür sürdükten sonra 1914'de değerini kaybetmiştir. Aslında akım realitesine aykırı düşen ve her şeyi geometrik şekil içinde görmeye çalışan kübizm, 1913 yılından itibaren edebiyat alanına da geçmiştir.
Empresyonizme bir tepki olarak meydana gelen kübizm edebiyata Guillaume Apollinaire 'in gayretiyle girmiştir. Bundan sonra Andre Salmon,Pierre Reverdy , Jean Cocteau, Blaise Cendrars, Mak Jacob gibi şairler, kübizmi edebiyatta kökleştirmeye ve geliştirmeye çalışmışlardır. Fakat bütün gayretlere rağmen kübizmin ömrü uzun olmamıştır.Kübizm, hemen her memlekette zaman zaman denenmiştir. Kendi memleketimizde bile Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, özellikle resim alanında kübizme bağlı çabalar görülmüşse de kökllü bir akım olmak durumuna gelememiştir. Kübizmin dayandığı prensipler sırasıyla şunlardır :
1. Kübizmin, empresyonizme karşısı tepkisi :Empresyonizm, konunun belli bir ışık altındaki görünüşünü, yani doğrudan doğruya kendisini değil de yarattığı duyumları saptamaya çalışan bir sanat metodudur.Kübizme göre empresyonizm, duyumların, yani sürekli olmayan, gelip geçici şeylerin tasviridir. Kübizm ise, sürekli olan ve değişmeyen özün, tasvirine çaba göstermektedir. Eşyanın dış görünüşüyle birlikte özünün de gösterilmesi gerektir. Örmeğin insanın yalnız dış görünüşünü ele almak, onu, sadece bir madde olarak düşünmek olur. Halbuki, o, birtakım fikirlerin ve duyumların da sahibidir. Sanat onun bu tarafını da göstermek zorundadır. O halde olaylarla duyguları birbirinden ayrı olarak düşünmek doğru değildir. Objeyi, yani konuyu bir bütün (kül) halinde tutmak gerektir.Örneğin «Ressam, balkonda bulunan, fakat içeriden görülen bir adamm resmini yapmak istediği zaman, sahneyi pencereden görülen kısma inhisar ettirmeyecek; bilâkis balkondaki adamın sokağa ait bütün duyumlarını da aynı tablonun içerisine yerleştirecektir.» Bu, şu demektir : Hayat, büyük bir olaydır. însan bu olayın içinde birçok şeyi hep birden görmekte ve yaşamaktadır. O da bu büyük olayın içinde olanlardan biridir. Şu halde balkondaki adamı, seyrettiklerinden ayrı olarak düşünemeyiz. Bu adam balkondan, geçen trenleri, otomobilleri, koşan-duran insanları, caddeleri, damları,bacaları görmüş; fabrikaların düdüklerini işitmiştir. Hattâ balkondaki adam o anda vücudunu bile unutmuş, seyrettiklerinin içine düşmüş, ya da onların arkasından koşmaktadır. Şimdi nasıl olur da sanatçı, bu adamı, sadece içeriden gördüğü kısmıyla eserine geçirebilir? Halbuki o anda. bu adamın kafasında bir fabrikanın dişlisi, bir otomobilin direksiyon simidi dönmekte; beyninde bir cadde akmaktadır. Peki, bütün bunları ne yapacağız? Sanatçı olarak bunlara dokunmayacak mıyız? Bunlarsız bir adam nedir?Bütün bunları sorup düşünen kübizmin sanatçısı, insanı dış görünüşü ve duyumlanyla birlikte bir bütün halinde geometrik şekillere bağlayarak sanata getiriyor. Bir ressamın tablosunda insan, camdan yapılmış içindekileri gösteren bir varlık olarak düşünülüyor ve içinde ne varsa ortaya konuyor.İşte bu düşüncelerle kübizm, empresyonizmin sadece duyumları tasvir etmesini tenkid etmiş, konuyu içi ve dişiyle birlikte bir bütün 'halinde işlemeye çalışmıştır.
2. Kübizmin güttüğü metod :Önce manzara veya olayın geçtiği yer, ana parçalarına ayrılır, sonra bu parçalar sanatçının kişisel görüşüne göre yeniden birleştirilir. Böylece şeyin tümü, aslındaki gibi değil, sanatçının duyumlarına göre geometrik bir karakter içinde şekil alır. Eğer şey, yani konu, tabiattaki şekliyle sanata girse, sanatçının rolü kalmaz. Onun için, önce analiz yardımıyla konu olan şeyin parçaları tanınacak, ondan sonra da sentezle o şey, sanatçının isteğine göre yeniden meydana gelecektir.Kübizmde XX. Yüz yıl başlarındaki toplumlarda görülen sosyal gerginlik ve dengesizliklerin etkilerini bulmak mümkündür.Bu metod edebiyatta da kullanılmış, şairler de şiirlerinde, analiz-sentez metodu ile mısralar sıralamış, peyzajı ve hayatın sahnesini kendi kişisel görüşlerine göre anlatmaya çalışmışlardır.
Resimde Kübizm
1907 den 1914 e süren Kübizmin kuruluş devresinde bu akımın önderleri Pablo Picasso, Georges Braque, Juan Gris ve Fernand Leger idi. Kübizm de başlangıçta, Empresyonizm gibi alaya alınmış, anlaşılmamıştı. "Küb", "Kübik" isimleri bu akıma alay olsun diye takılmış, ama gerek eleştirmeciler, gerekse ressamların kendilerince uygun görülerek kabul edilmişti.
Kübizmi Empresyonizmin doğrudan doğruya bir tepkisi olarak incelemek gerektir. Empresyonizm, tablonun desen arkitektüral yapısını bir yana atarak, sadece atmosfer oyunlarını, güneş ve gölge cilvelerini resmetmek istemiş, form-biçim güzelliğine yer vermemişti. Bir bakıma, yalnız hava oyunlarına dayanan estetiği formların sertliğini de ele almasına engel oluyordu.
Kübistler ise renk oyunlarını, akislerini, güneş ışığının tabiat içinde uyandırdığı pırıltıları bir yana atarak eşyaların geometrik yapısını ön plâna aldılar.Ancak bu alış, hiç de gerçekçi değildi. Eşyaların -objelerin- boşluk içinde kapladıkları yeri iyice belirtmek için onları parçalıyor, türlü cephelerinden göstermek istiyorlardı. Bu tutum, eşyanın ağırlığını kıymetlendirmek amacı ile o eşyayı parçalamak, ama parçaladıktan sonra resim sanatının araçları ile yeniden yapmak, "inşa" etmek demekti.
Cezanne'ın ve Seurat'nın geometri alanındaki araştırmaları, özellikle Afrika'nın zenci heykelleri Kübist'lere örnek olmuştu. Zenci heykelleri geniş, yontulmamış, törpülenmemiş etkisini uyandıran kaba, düz plânları ile Kübizm temellerine uygun bir plâstik yapıda idiler.
Kübizm'in büyük önderi Picasso çekici bir kişiliğe sahipti. 1881 de İspanya'da, Malağa şehrinde doğmuş, on, on iki yaşlarında iken yetişkin ressamları şaşırtacak ustalıkta yağlı boya resimler yapmaya başlamıştı. 1900 de Paris'e geldiğinde, Van Gogh'un, Toulouse-Lautrec'ın eserlerini beğenmişti. 1901 ile 1904 arasında meydana getirdiği "mavi devre" tablolarında Toulouse-Lautrec'ın etkileri görünür. 1905 ile 1906 arası süren "pembe devre" sinde, yirmi beş yaşındaki genç ressamda, Uzak Şark ve özellikle Japon ressamlarından etkiler sezilir.Ama bu romantik devreler uzun sürmeyecekti.
Empresyonizm, Fovizm sönmüşlerdi ve Picasso, yepyeni bir sanat dünyasının, sanata yeni bir cam verecek taze, dinamik bir akımın zamanı geldiğini seziyordu.Georges Braque, Kübizm'in ortaya atılışında Picasso'nun en değerli yardımcısı oldu. O kadar ki, Kübizm'in Picasso'dan fazla Braque'ın eseri olduğu söylenir.Picasso, Braque ve onlara katılan Polonya asıllı şair Apollinaire, şair Max Jacob, Derain, Juan Gris, Van Dongen, o sıralarda Montmartre'da, "Çamaşırhane-Gemi" adı verilen tahta bir binada toplanmışlardı. Guillaume Apollinaire, Kübizmi aydın çevrelere tanıtmak, bu akımın teorilerini düzenlemek ödevini üzerine almıştı.Az zaman içinde Kübizmin ana prensipleri belirmeye başlamıştı.
Kübizm, tabiatın, yepyeni bir açıdan ele alınmış bir yorumu idi. Soyut değildi, normal biçimlerle ilgisini kesmemişti. Ama onları serbestçe parçalıyor, geometrik bir düzen, daha doğrusu her tabloya, her konuya göre değişen düzenler içinde dağıtıyor, derliyordu.Kübizm konuya önem vermiyordu. O kadar ki, ilk Kübist tablolar hep aynı temaların, aynı konuların tekrarı gibi idi: Masa üstünde gitara ve mandolin, gazete parçaları, pipo, tütün paketi, yemiş ve yemişlik, yada palyaçolar, arlökenler. Bu dar çerçeveli konu repertuarı içinde Kübistler, daha fazla gri renklerin egemen olduğu sınırlı bir paletle biçim oyunlarına girişmişler, tabiatın, öncelikle cansız tabiatın yepyeni bir sentezini kurmaya başlamışlardı.Picasso şaşılacak bir el ustalığına sahipti. Bir teknik, bir tarz, bir görüş içine sığamıyor, boyuna değişiyor ve dünya sanatından seve seve, bile bile aldıklarını kendinde birleştiriyordu. Picasso'yu yalnız bir Kübist olarak ele almamak gerekir. O, aynı zamanda, dramatik ifadeli bir ekspresyonisttir de. Nitekim, İspanya iç savaşı sırasında meydana getirdiği büyük kompozisyonlar, hele ünlü "Guernica" sı onu, insan dramı ile yakından ilgili bir sanatçı olarak dünyaya empoze etmişti.
Picasso ve Braque'ın araştırmaları Kübist çerçeveyi gitgide genişletti. Bu akıma katılanlar, başta İspanyol Juan Gris ve Fernand Leger olmak üzere resim plânında olduğu kadar, bütün süsleme sanatlarında da etkilerini gösterdiler. Kübizmin mimarlık sanatına da yayılması üstünde de durmak gerekir. Kübizm öncelikle bir "düzey sanatı" dır. Tabloyu yalnız iki boyutu içinde ele aldığı, ışık-gölge oyunlarının yardımı ile "derinlik" duygusunu uyandırmaktan kaçındığı için mimarlık sanatının yeni biçimlere bürünmesinde rol oynamıştır. "Kübik mimarî" denilen üslûpların doğrudan doğruya Kübizmin bir sonucu olduğuna şüphe yoktur.
Kübizmin çeşitli akislerini süsleme sanatlarında da görüyoruz. Mobilya desen ve biçimleri, halı, perde, döşemelik motifleri Kübizmden sonra çok değişti. O kadar ki, kimi estetikçi, Kübizmi doğrudan doğruya plâstik değil, "dekoratif" bezemeci bir akım olarak ele aldılar.Durmadan tarz değiştiren Picasso yanında Braque daha ağır, daha klâsik bir ressam. Kübizm prensiplerine bağlılığı onu, sanat hayatı boyunca kendine çizdiği yoldan ayırmadı. Bir "Nature-morte" -cansız tabiat ressamı olarak yaşadı. Bir masa üstüne, yada bir oda içine yerleştirilmiş çeşitli eşyayı bin bir kombinezon, istif tarzları içinde, çok zengin, gri renklerin egemen oldukları bir paletle canlandıran Braque, yalnız Kübizmin değil, çağdaş resmin büyük bir ustasıdır.Fernand Leger, Kübizmi, makine uygarlığı hizmetine verdi. Onun için bir piston, motor aksamı, bir fabrika bacası, lokomotif, otomobil, bisiklet, yada herhangi bir mekanik araç, ağaç, bulut, güneş, dağ, deniz gibi romantik konular kadar güzeldir ve anlamlıdır.
Teorik ve entelektüel Kübizm'in daha duygulu temsilcileri de oldu. Bunlar Kübizm'in geometrik yapısına Empresyonizmin renk oyunlarını da katmak istediler. Roger de la Fresnaye ve Andre Lhote bu hareketin önderidir. Kübizmin ateşli bir temsilcisi olan Andre Lhote genel olarak bu akımın kaçındığı insan yüzünü, figürünü, hattâ portreyi Kübist teknikle yeniden ihyaya çalıştı.
Kübist ressamlarPablo Ruiz Picasso (1881) - Georges Braque(1882-1963) - Juan Gris (1887-1927) - Fernand Leger (1881-1961) - Albert Gleizes (1881-1953) - Jean Met-zinger (1883-1951) - Roger de la Fresnaye (1885-1925) - Andre Lhote (1885-1962).
Maniyerizm
İtalya'da XVI. yy. ile XVII. yy'da, Rönesans ve barok sanatları arasında büyük ilgi gören sanat hareketi (maniyerizm de denir). 1515'ten 1535 -1540'a kadar, Rosso' nun, Giulio Romano'nun, Parmigianino'nun, Pontormo, Beccafumi gibi sanatçıların yapıtları, özenticilik hareketinin bütün İtalya'da şiddetle ve tutkulu bir biçimde ortaya çıkmasının belirtisidir. 1540'tan 1570'e kadar süren ikinci bir hareket de, özenticilik doğrultusundaki resmin İtalya dışındaki yayılımmı gösterir. El Greco'nun, yer yer barok ve özenticiliğe bağlanan üslubu, biçimlerin uzaması ve uzamsal gerçekdışılık bakımından, kimi eleştirmenlerin bu sanatçının resmini, özentici ve özellikle de gözüpekçe bir anlatım olarak değerlendirmelerine neden olmaktadır. Vasari'den başlayıp Bronzino, Daniele da Volterra, Francesco Salviati'den geçerek Bassano diye anılan Jacopo da Ponte'ye kadar uzanan sanatçılar, aristokratlara seslenen, amaçlan açısından daha az kaygı verici, ama ilk döneminkinden daha çok soğuk, ayrıca doğallıktan uzak, yapmacıklı bir özenticiliğin oluşmasına katkıda bulundular.
Bu sırada, ilk İtalyan özenticiliğinin yayılmasında, gravür sanatı büyük rol oynadı ve hareket 1560'a doğru Fransa'dan öbür Avrupa ülkelerine yayıldı; Fransa'da Fontainebleau okulu ressamları ve en başta da Rosso ile Primaticcio son derece özgün, aynı zamanda da özenticilik ve Rönesans sanatını yansıtan bir dekoratif sanatın yaratıcıları oldular. Anvers'teki pek çok atölyenin benimsemiş olduğu özenticilik eğilimi, Flandre'da, Jan Matsys ve Frans Floris de Vriendt gibi, İtalya'da (biri Cenova, öbürü Roma) oluşturdukları üsluplarıyla Fontainebleau okulunun sanatına yaklaşan "romanist" Flaman ressamların atılımlarıyla kendini gösterdi. Anvers'de gelişen romanist hareket, kısa süre içinde Hollanda'da, Haarlem ve Amsterdam okullarına yayıldı ve buralarda sırasıyla Maerten Van Heemskerck ile jan Van Scorel tarafından temsil edildi. 1570'ten 1610'a kadar özenticilik son dönemini yaşadı ve bu hareketi benimsemiş en usta ressamların değişik, garip, sıkıntılı, hatta kimi zaman neredeyse delicesine bir düşünceye kapılmalarına yol açtı. Böylece bu ressamlardan Arcimboldo, Antoine Caron, İacopo Zucchi, Cornelis Cornelizs'in adları, fantastik sanatın en iyi temsilcileri arasındavanılmayavbaşladı. 'Utrecht'te Abraham Bloemaert, gizli bir şiddeti anlatan bir özenticilikte son derece ustalaştı. 1580'e doğru Prag'da kurulan özentici çevrenin en ünlü ressamı olan Anversli Bartholomeus Spranger ise özenticiliğim, özgün erotik mitolojilerin yaratımına dayandırmıştı. Zaten erotizm az ya da çok belirgin bir biçimde uluslararası özenticiliğin değişmez bir öğesi olarak varlığını korudu. Tintoretto'nun birçok ünlü yapıtı da bu açıdan özenticiliğe bağlandı.
Vasari'nin hem Giotto'nun eski sanatını [maniera vecchia, eski tarz), hem de Leonardo da Vinci'nin yeni sanatını [maniera moderna, modern tarz) belirtmek için kullanmasından sonra, maniyerizmin türetilmiş olduğu maniera terimi, XVII. yy'da açıkça aşağılayıcı bir anlam yüklendi. Giovanni Pietro Bellori bu terimi, başlıca istekleri, büyük ustaların çalışma tarzım yetkinleştirmekten öteye gitmeyen ressamların sistemli bir biçimde Michelangelo ve Raffaello'yu taklit etmelerini kınayarak belirtmekte kullandı. Söz konusu terimin aşağılayıcı anlamdaki kullanımı birçok Fransız sanatçı tarafından da benimsendi. Aynı anlayış içinde Luigi Lanzi 1792'de italyanca manierismo (fransızcası manierisme) terimini kullandı; bu terim, 1925'e kadar, yani karmaşık maniyerizm kavramının derinlemesine incelenmesine ve böyle nitelenerek küçümsenen yapıtların yeniden değerlendirilmesine başladığı tarihe kadar aşağılayıcı anlamını korudu. Günümüzde 1515-1620 arasında, bütün Avrupa'da bu doğrultuda gerçekleştirilmiş olan yapıtların çoğunun, özenticilikle, klasisizmin uzlaşmaya dayandırdığı ve klasik saydığı değerleri birbirine ters düşüren bir gariplik beğenisini ve ince bir yapmacık (preciosite) anlayışını yansıttığı anlaşılmıştır. Özenticiliğin, kimi gerçeküstücü ressamların kaygılarıyla karşılaştırılabilecek kaygıları yansıtabilen düşsel bir resim hareketi olarak benimsenmesinden önce, tarz (maniere) kavramı, çağdaş sanat tarihçilerinin bölünmesine yol açtı. Wölfflin,özenticiliği bir gerileme dönemiyle bir tuttu ve bunu Rönesans klasik sanatından XVII. yy. barok anlayışına kesintisiz bir evrim olarak gördüğünü belirtti. Dvorjak, ahlaksal bir bunalımın anlatımı olarak tanımlanan özentici üslubun özerkliğini destekledi; Fiedlânder ise bu üslupta 1520 dolaylarında Raffaello'nun tarzını abartmaya çalışan Rosso, Pontormo ya da Parmigianiono gibi sanatçıların yapıtlarının yapımına doğrudan doğruya bağlı olan antiklasik bir biçimcilik gördüğünü ileri sürdü.
Metafizik Sanat
Kelime anlamı "fizik ötesi", "doğa ötesi anlamına gelen metafizik, daha çok, varlığın mutlak bilgisine erişmeyi amaçlayan aşkın düşünce biçimini karşılamak için kullanılır.
Metafizik resimde de, tahayyül, düş ve bilinç altı olaylar dayanangerçek üstü amaçlanmaktadır 1917'de, yani I. Dünya Savaşı’nın getirdiği şartlar içerisinde bir araya gelen Carlo Carra (1881-1961) ve Giorgio de Chirico (1888-1978) adlı iki İtalyan ressam. Metafizik resmin öncüsü olmuşlardır.
Chirico (Şirika) eserlerinde korku ve yalnızlık duygusunu işlemiştir. Diğer gerçek üstücü sanatçıları etkilemiş ve "büyük öncü" olarak tanınmıştır.
Kaygı Verici Esin Perileri, Bir Ayrılışın Bilmecesi, Şairin Kaygısı gibi eserlerinde; kapalı ve kasvetli uzun gölgeler, ıssız alanlar, cansız ve yüzsüz maskelerle; donmuş, ürkütücü ve gizemli bir atmosfer yaratılmıştır.
Sanatçı, 1930 larda için de bulunduğu melankoliyi atıp, daha anlaşılır konular üzerinde durmuştur. 1930'lardan sonra klâsik üslûba
yönelmiş, ancak, önceki üslûbunu terket-mesi yüzünden tenkit edilmiştir.
Naturalizm
Natüralizm, realizmin gözlemciliğinin yanına deneyim prensibini getiren, determinizm anlayışını romana sokan bir edebî akımdır.
Natüralizm, realizmin, çevrenin insan üzerinde büyük etkisi olduğu yolundaki görüşünü ve başka türlü esaslarını kabul etmekle birlikte, deneyime büyük bir önem vermiş, realizmin vesikacılığıyla yetinmemiştir.
Determinizm, insan aksiyonlarının, daha önceki sebeplerin sonucu olduklarını ve bunların da daha sonraki aksiyonlara sebep teşkil edeceklerini ileriye süren bir düşünce sistemidir.
Determinizme göre, tabiatta meydana gelen olaylar bazı kaçınılmasına imkân olmayan sebeplerin etkisiyle ortaya çıkarlar, îlimde tesadüfün ve olağanın yeri yoktur. Aynı şartlar altında aynı sebepler, aynı sonuçları doğururlar. Fizik ilminde büyük ve önemli yeri olan bu determinizm prensibi, sosyal olaylar üzerinde de kendini göstermektedir.
Natüralizm, realizmden ince farklarla ayrılır. Fakat birbirleriyle de çok sıkı ilişkileri vardır. Bu yakınlıkları dolayısıyla bazı sanatçıların natüralist ya da realist oldukları tartışma konusu olmuştur. Örneğin Zola, realist bir yazar olarak o akımın içine sokulduğu halde, natüralizmi tek başına temsil eden bir sanatçıdır. Alphonse Daudet de öyle. Eğer Alphonse, Dudet, Sapho adındaki romanını yazmasaydı, realist sayılacaktı. Fakat bu eserle Daudet, natüralistlerin arasına girmiştir. Bu karışmalara rağmen natüralizmi realizmden ayıran temel farklar vardır. Şimdi bu farkların neler olduklarını sırasıyla görelim :
1. Dış çevrenin insan ruhu üzerindeki etkisinin yanında, irsiyetin rolü :Natüralistler, insanların davranışlarında çevrenin etkisini esas kabul etmekle beraber irsiyetin (doğuştan getirilen), yani ana ve babadan getirilenlerin de rolü olduğunu ileri sürüyorlar, însan eylemleri, bu etkilere bağlıdır. İnsanların eylemlerini kavrayabilmek için, insanın geliş kaynağını, fizyolojik yapısını, etkisinde kaldığı eğitimi ve içinde yaşadığı çevreyi iyice bilmek gerektir. Bunlar bilinmedikçe, insanların eylemlerinin nasıl bir sebebe bağlanacağı kestirilemez. Kestirilse bile eksik ve kusurlu olur.Fakat bu faktörler iyice bilindiği takdirde, olay, roman yazarının kendi istek ve iradesinin dışında, şartlı sonucuna doğru yol alır. Eğer yazar, olayın zarurî sonucuna etki yapacak bir karışmada bulunursa, şart bozulur ve sebeple sonuç, arasındaki bağ kopar.Bu görüş altında natüralistler, insan aksiyonlarının meydana gelişinde, irsiyetin en az çevre kadar rolü olduğunu ileri sürüyorlar. Çünkü insanların huyları (mizaç), kendi fizyolojik devinmelerine bağlı olmakla beraber, anne ve babalarının huylarıyla da ilişkilidir. Yani doğuştan onların huylarının motiflerini getirirler. Bir insanı, anne ve babasından hiçbir şey getirmemiş bir varlık olarak düşünmek yanlıştır. Eğer insan anne ve babasından hiçbir şey getirmemiş olsaydı surat benzeyişi de olmazdı. Surat benzerliği, yürüyüş ve oturuş benzerlikleri gibi huy ve davranış benzerlikleri de irsiyetle geçebilir. Bunun inkârı imkânsızdır. Durum böyle (olunca, eylemin sahibi olan insanın aile fertlerini hattâ bu ailenin öteki kollarını tanıyıp incelemek gerekir. Bu yoldan aksiyonun temel sebeplerine ulaşmak mümkün olur.
2. İnsan psikolojisinin fizyolojiye bağlılığı :Natüralistlere göre, fikir ve heyecan, dimağın ve uzviyetin görünüşüdür. Düşünceyi, ruhun değil de uzviyetin, yani bütün halinde bedenin verisi sayan natüralistler, gerçek insanı, fizyolojik bir varlık olarak düşünmüşler ve psikolojiye hiç önem vermemişlerdir. Çünkü beden olmadıkça ruhtan söz açmaya imkân yoktur. Ruh, uzuvların fizyolojik ilişkilerinin toplamıdır. O halde, ruh diye bedenden ayrı bir varlık düşünülemez.
3. Karakter yerine huyun esas olması :Natüralistler karaktere önem vermiyorlar. Huy'u esas kabul ediyorlar. Bir insanın karakteri, zihnin şekline bağlıdır. Halbuki huy, fizyolojik yapıya bağlı lolmakla beraber, irsiyetle de ilişkilidir. Yani huyun içinde ana ve baba tarafından gelenler de vardır. Karakter, ihtirasların ve iştahların birleşimi olmakla beraber, akılla da bağıntılıdır. Halbuki huy, akılla bağdaşamaz. Bu sebeple bazı insanlar, belli bir huyun kucağında sırf hayvandırlar. Örneğin bu hayvanlık şehvet düşkünlüğü şeklinde görünebilir. Şehvet düşkünlüğü bir huy (mizaç) dur. Bu huyun psikoloji ile hiçbir ilişkisi yoktur. Uvuzların fizyolojik çalışmalarına bağlıdır. Tamamıyla sinir sistemindeki gerilmenin eseridir.
4. Gözlemin yanma deneyimin getirilmesi :Fizikî ilimlerde kullanılan deneyim metodu, olayları, tarafımızdan hazırlanan şartlara göre meydana getirmek ve nedenlerini incelemektir.İlimde gözlem ise, sebep ve kanunları bulmak için olayları tabiatta meydana geldiği gibi incelemektir.Realistler, gözleme gereken önemi vermişlerdi. Fakat natüralistler -ki başta E. Zola-gözleme gereken önemi vermekle beraber, romana deneyimi de getirdiler. Bu metod yardımıyla ayrı ayrı yerlere sevkedilmiş olan aile dallarına bağlı fertlerin, ayrı meslek ve ayrı çevre içinde karşılaştıkları hayatî sonuçlar, bir âlim tarafsızlığıyla incelenmiş; irsiyetin ve çevrenin insan huyu üzerindeki etki farkları gösterilmeye çalışılmıştır.Natüralist romancı, olayları kendi doğal yapısı içinde ele aldıktan sonra, çevresinde ve şartlarında değişiklikler meydana getirerek onlara etki yapmak, bu etkinin baskısı altında ortaya çıkacak olan kurtuluş çatkısını herkese göstermek isteyen kimsedir.Romancı bunu yapabilmek ve çevreyle irsiyetin etkilerinin gücünü belirtebilmek için tasvire çok büyük önem vermiş, sonu gelmeyen tasvirlerle üslûbuna bir derinlik kazandırmıştır.
5. Natüralizmde dil : Natüralizm de, baş düşünce olarak realizmi ana prensip kabul ettiği için, gerçeğin anlatımında edebî üslûptan ayrılmıştır. Dili daha çok 'her sınıf halkın anlayabileceği bir seviyede tutmuştur. Romanın kahramanı, hangi halk sınıfına bağlı ise, o sınıfın diliyle konuşturulmuş, o sınıfın aksanı yaşatılmıştır.Çünkü dil, sınıflan karakterize etme bakımmdan büyük bir önem taşır. Natüralizmin dil konusundaki bu tutumunu, kendi edebiyatımızda, Hüseyin Rahmi Gürpınar'da görüyoruz.
6. Natüralizrn'de kötümserlik :Natüralizm, olayları bir kötümserlik atmosferi içinde görmüştür. Çünkü Natüralizmin meydana geldiği çağda, toplumun, din, hükümet ve sosyal kuruluşlara karşı güveni kalmamıştır. Yapılan anketler bunu gösteriyordu. Bütün Fransa'da kötülük, ahlâksızlık, dalkavukluk, yalancılık, perişanlık ve geçim zorlukları almış yürümüştü. Düşünce ve irade bağımsızlığından yoksun olan insan, maddeciliğin baskısı altında ezilmekteydi. Sanatçı insanı böyle bir çevrenin içinde incelemek zorundaydı. Olaylar bu çevrenin isteğine göre meydana geliyordu. Roman da her şeyi tabiî yüzü ile görmek zorunda olan bir sanat eseri olduğu için, ister istemez taşıdığı atmosfer ağır ve kötümser oluyordu.
Natüralist sanatçılar da realistler gibi ahlâkçı bir maksat gütmemişlerdir. Sanatı bağımsızlık içinde görmüşlerdir. «Âlimin gayesi herhangi dinî veya ahlâki endişenin dışında nasıl ilmî hakikati aramaksa, öylece romanı ilme istinat ettirmek istiyen romancının gayesi de, belli çevrelerde yaşayan şahısların mukatderatını adım adım takip etmektir.» Bu bakımdan sanatçının bir din, ya da ahlâk dersi vermek gibi bir maksat gütmesine imkân yoktur. «Bir romandan çıkacak ahlâk dersi, ancak o romanın tabiî neticesi olabilir.»Natüralizm, tiyatro alanında da eser vermek için çaba harcamıştır. Fakat bu alandaki başansı romanlarındaki kadar güçlü olmamıştır. Çünkü romanın «devir» e dayanan muazzam ve karışık dekorunu olduğu gibi sahneye getirmek mümkün olmadığı gibi, tasvirin anlatımda gösterdiği güç yardımıyla çevre ve insan arasında kurulan sağlam köprüyü, sahnedeki eşya ile aktör arasında kurmaya imkân yoktur.
Neo Klasizm (Yeni Klasikçilik)
Eskiçağ Yunan-Roma uygarlığından esinlenen ve XVIII. yy. ortalarına doğru ortaya çıkarak yaklaşık 1830'a kadar süren sanat hareketi
ROKOKONUN GÖZDEN DÜŞMESİ
Herculanum'da 1727'de girişilmiş ve ilk sonuçları Pompei'nin ortaya çıkarıldığı 1748'de yayımlanmış olan arkeleoji kazılarının, genellikle yeni klasikçiliğin yaygınlaşmasına yol açan düşünce hareketinin kaynağında yer aldığı kabul edilir. 1751'de İngiliz arkeologları James Stuart ve Nicholas Revett tarafından Atina harabelerinin rölövesinin çıkarılması, 1752'de Caylus kontunun Recueil d'antiquitâs egyptiennes, etrusques, grecques, romaines et ga uloises (İlkçağ 'dan Kalma, Mısır,Etrüsk, Yunan, Roma ve Galya yapıtları derlemesi) yayımlaması ve sanat kuramcısı Joachim Winckelmann'ın (Geschichte der Kunst des Alterthums [Eskiçağ Sanatı Tarihi], 1764) çalışmaları, rokoko süsleme sisteminin yapay özelliğini gözler önüne sermede büyük rol oynadı. Yeni klasikçilik tepkisi önce Roma'da başladı, ardından İtalya, Flandre'lar ve Almanya gibi barok ve rokokodan büyük ölçüde etkilenmiş olan ülkelerde ani bir değişikliğe yol açtı. Buna karşılık İngiltere ve Fransa'da, klasik görüşten ayrılma bu kadar köktenci bir gelişmeden uzak olduğu için söz konusu tepki, beğeni anlayışının gerçek anlamda altüst olmasına yol açmadı.
MİMARLIK
1754'ten başlayarak Mansart'ın görüşüne bağlı kalan ve Eskiçağ'a saygı duyan Jacques Ange Gabriel, klasik mimariyi, Paris'te günümüzde Concorde alanı olarak bilinen yeni Louis-XV alanının her iki yanında gerçekleştirdiği yapılara yakışır biçimde uyguladı. İki yıl sonra, Facques Germain Souiflot (1713-1780) eski Sainte-Genevieve Kilisesi'nin bulunduğu yerde Pantheon'un dev boyutlu yapı çalışmalarına girişti ve burada, Bramante'nin, Roma'daki San Pietro' nun kubbesini, Constantinus bazilikasının tonozlarına oturtmak için benimsediği ilkeden yararlandı. Öte yandan, İngiliz mimarlarının pek çoğu ülkelerinde 1720-1770 yılları arasında yaygınlaşan büyük palladioculuk akımına son derece bağlı kaldılar. İngiltere'de yeni klasikçiliğin tartışılmaz ustaları Adam kardeşler oldu. Bu dört kardeş, alçı ve yalancı mermeri bol miktarda kullanarak birçok yapıda Pompei dekorunu oluşturdular; söz konusu yapıların en ilgi çekenlerinden biri olan Derbyideki Kedleston Hail, yeni klasikçi anlayışta en yetkin biçimine Robert Adam tarafından ulaştırılmıştır. Sömürge dönemi olarak adlandırılan dönemde yeni klasikçi anlayıştaki İngiliz mimarisi. A.B.D'nde yalnız bir tekelden yararlandı (Mount Vernon'da Washington'un konutu, 1787; Monticello'da Jefferson'un konutu, 1770-1809); ama Bağımsızlık savaşından ve A.B.D'ne Joseph Mangin (City Hail. New York), Joseph Jacques Ramee (Schenectady koleji, New York eyaleti) ya da L'Enfant (Washington' un planı) gibi Fransız mimarlarının yerleşmesinden sonra, Fransız etkisi kendini büyük ölçüde duyurdu. Bu arada Washington'da ünlü Capitol gerçekleştirildi (yapı ancak 1863'te tamamlanabilmiştir). Yeni klasikçi Fransız mimarları arasında özellikle Etienne Louis Boulle (1728-1799), Joseph Peyre'le birlikte Le Theâtre-Français'yi (günümüzdeki Odeon) yapan Charles de Wailly (1729-1798), Claude Nicolas Ledoux, Paris Borsa binasını yapan AlexandreTheodoreBrongniart (1739-1813), Etoile'daki Zafer Takı'nın planını tasarlayan (1806) Jean-François Chalgrin (1739-1811) sayılabilir. Bu mimarlar ayrıca dev projeler hazırlamışlar, ama bunlar çok büyük boyutlu oldukları için hiçbir zaman gerçekleştirilememişlerdir. Pierre Alexandre Vignon'un (1763-1828) Gioire Tapmağı'nı (Madeleine Kilisesi), 1764'te başlamış ve ancak 1842'de Huve tarafından tamamlanmış olan bir yapının temelleri üstüne kurması, Louis XVI üslubunun imparatorluk üslubuna doğru uzantılarım belirtir. Akademiciliğin gerçek doruk noktası sayılan bu üslubun en ateşli propagandacıları, Napolyon Fin resmi mimarları olan Charles Percier (1764-1838) ve Pierre François Leonard Fontaine'dir (1762-1853); bu mimarlar, imparatoru ululamak amacıyla gerçekleştirdikleri anıtlardan başka, 1806'dan 1808'e kadar Septimus Severus Takı'nın kopyası olan Carrousel Zafer Takı'nı yaptılar.
İmparatorluk üslubu giderek bütün Avrupa'ya yayıldı. Roma'da 1.814'ten 1820'ye kadar Giuseppe Vaiadier, Piazza del Popolo'yu düzenledi; Berlin' de Kari Frieclrich Schinkel, Altes Museıım'un sıra sütunlarını gerçekleştirdi; Münih'te Leo von Klenze, gliptoteki ("heykel müzesi;" 1816-1830) ve resim müzesini (1826-1836) yaptı. Londra’da Robert Smirke 1832'de British Museum'u, William Wilkins de National Gallery' yi yaptı. İmparatorluk üslubunun evrimi, Rusya'da yaklaşık 1840'a kadar sürdü; özellikle Petersburg'da Fransız etkisi, Voronikin Rossi ve Zaharov gibi ünlü mimarların yapıtları aracılığıyla bütün ağırlığını duyurdu.
HEYKEL VE RESİM
Augustin Pajou'nun (1730-1809) Terkedilmiş Psykhe ve Jean-Antoine Houdon'un (1741-1828) 1780'de gerçekleştirdiği mermerden Diana heykeli, Fransa'da yeni klasikçiliğin başlangıç dönemini en iyi temsil eden yapıtlardır. Roma'daki uluslararası çevrelerde, Winckelmann ve Alman arkadaşı ressam Mengs'in(1728-1779) kuramlarına önem verilmesi, yeni klasikçi dogmanın hazırlanmasında önemli rol oynadı. Resme oranla heykelin bir ayrıcalığı vardı, çünkü, özellikle beyaz (gereğinden çok gerçekçi olduğu kabul edilen renk öğesinin zararına) sanatçının yönelmesi gereken yetkinlik idealini simgeliyordu. İtalyan heykelcisi Antonio Canova (1757-1822), sanatını bu gerekliliğe en uysalca uyduran sanatçı oldu. Önce XVIII. yy. Fransız portrecilerinden etkilendi, ardından Napolyon'un fetihleri dönemi boyunca Eskiçağ Roma'sından esinlenen bir yeni klasikçiliğe doğru evrim geçirdi. Daha sonra öğrencileri olan Rinaldi ve Tadolini, Alman Schadow ve David d'Anger üstünde büyük etkisi oldu. Tek rakibiyse Danimarkalı Bertel Thorvaldsen'di.
Öte yandan, Giambattista Piranesi' nin gravür sanatı, Roma'daki eski anıtların keşfinden sonra, Eskiçağ'a bir dönüşten esinlenmekle birlikte, kendisi için çok dar sayılan yeni klasikçiliğin çerçevesini aştı. Jacques Louis David'in ustası olan ressam Joseph Marie Vien (1716-1809), Fransa'da 1760'tan başlayarak yeni klasikçi resmin gerçek başlatıcısı oldu. İngiliz ressamı Gavin Hamilton (1723-1798), Eskiçağ'a özgü yapıtları taklit etmekte daha da ileri gitti (Ağlayan Andromakhe), ama David'in 1785'te gerçekleştirmiş olduğu Horatiusların Andı, yeni okulun gerçek bildirgesi olarak kabul edildi. Tekniği açısından yeni klasikçi olan Girodet (1767-1824) ise işlediği konular açısından romantizme yönelmişti bile (Atala'nın Gömülmesi). David'in "zamanımızın Watteau'sü" olarak adlandırdığı Pierre Paul Prud'hon (1758-1823), hiçbir okula bağlanmadı, buna karşılık baron Antoine Jean Gros, yeteneğiyle olduğu kadar "yaşamının dramı"yla da romantizmin haberciliğini yaptı.
Neo-Empresyonizm ( Yeni İzlenimcilik )
Tam karşılığı "Yeni Empresyonizm" olan bu akım, Empresyonizmin bir devamı ve bir kolu olarak kabul edilmelidir. Şu, farkla ki, güneş ışığını inceden inceye serbestçe bir teknik ve duygunun rol aldığı bir coşkunlukla canlandıran Empresyonistlerin bu tutumuna karşılık, Neo-Empresyonizm daha rasyonel, daha bilimsel motorlarla uygulamış, renkleri, şaşmaz bir kesinliğe vurarak, yan yana gelmiş küçük kareler -dikdörtgenler- halinde tuval üstüne sıralamıştı.
Empresyonistlerden söz ederken, belirtmiş olduğumuz gibi, bu akımın ana prensibi, paletten koyu renkleri kaldırarak yerine yalnız prizma'nın, güneş ışığının altı rengini koymak, ışık-gölge oyunlarını sarı, turuncu, kırmızı gibi sıcak, yeşil, mavi, mor gibi soğuk renklerle ifade etmekti. Bundan başka, Empresyonistler renk karışımlarına dikkat ediyor, fazla rengi birbirine karıştırmıyorlardı.
Ama bu kaygı, Empresyonistlerde, bir dogmatizm, kesin bir kanun şeklinde kendini gösteremiyordu. Neo-Empresyonizm renk konusunu doğrudan doğruya sistemli ve bilimsel bir kalıba soktu ve tablolarının renk ahengini zerrece şaşmaz bir temele dayadı.
Yan yana konulmuş iki rengin, karışımlarından doğacak renk etkisini verebileceğine işaret ettik. Örneğin, ince şeritler, yada nokta ve kareler biçiminde yan yana getirilmiş mavi ve kırmızı, mor, mavi ve sarı yeşil etkisi uyandırır. Gözün, bu etkiyi kuvvetle duyması için renklerin sürüldüğü alana az uzaktan bakması gerekir. Yakından bağımsızca yan yana getirilmiş görünen renkler az uzaktan bakılınca, "Göz yoluyla karışım" diyebileceğimiz olay sonucunda tek renk olarak kendini gösterir. Üstelik, bu tek renk, kuvvetlice bir titreşim sayesinde zenginleşir. Örneğin, yeşili meydana getiren sarı ve mavi, şerit yada nokta halinde kendi bünyelerinden bir şey kaybetmediklerinden, olanca canlılıkları ile belirir, ama hemen yanlarında bulunan öteki rengin etkisinden kurtulamadıklarından, bu yakınlığın doğurduğu titreşim prensibine boyun eğerler.
Neo-Empresyonizmin büyük buluşu bu idi: Renkleri, nokta yada kare olarak birbirine karıştırmadan tuvale koymak, bu suretle Empresyonizmin resim sanatına kazandırdığı parlaklığı, şeffaflığı bir kat daha arttırmak.
Neo-Empresyonist akımının şefi olan Georges Seurat, 1884 yılında yeni bir kalıba dökülmüş Empresyonizmin ilk denemelerini göstermeye başladı. Ressamın "Banyo" adlı ilk büyük kompozisyonu 1884 "Müstakil Sanatçılar Sergisi"nde sergilendi ve hemen çok geniş yankıların uyanmasına yol açtı. Seurat bu büyük tablosunda, bir yaz günü Seine Nehri kıyılarında yıkanan genç erkekleri gösteriyordu. Seurat bu eserinde, yeni metodu tam bir kesinlikle uygulamamakla beraber, kullandığı teknik, Empresyonistlerin tekniğinden çok başka idi. Bir kere Seurat, Empresyonistlerin ihmal ettikleri desen kesinliğini yeniden ele alıyor, bu bakımdan geleneklere uyarak, kompozisyonunu geometrik kalıplara döküyordu. Renkler birbirlerinden bağımsız "tuş" 1ar, vuruşlarla karışmıyor, yan yana geliyor, "göz yoluyla karışım" -melange optique- prensibine uygun olarak uzaktan bakıldıklarında birbirine aşıladıkları etki sonucunda başka başka ton ve kıymet alıyorlardı.
Neo-Empresyonizm'in başka bir adı da "pointillisme", yani "noktalama" idi. İlkin Georges Seurat, onun peşinden Paul Signac, Henri-Edmond Cross, Charles Agrand, Albert Dubois-Pillet "noktalama" tekniğini şaşmaz bir prensip olarak uygulamaya başladılar. Renkler, tüpten çıktıkları gibi, başka renkle karıştırılmadan, genel olarak küçücük dikdörtgenler halinde ve çok sık, birbirine çok yakın olarak tuvale sürülüyordu. Resimler, yakından bakıldıklarında, dama taşıyla benzerlik gösteriyorlardı. Binlerce küçücük karelerle örtülü dama taşları. Bu teknik, tabii, bütün tuval alanının tamamıyla örtülmesine engel oluyordu. Renk karelerinin birbiri üstüne binmemesi, egemenliklerini muhafaza etmeleri gerekiyordu. Bu yüzden, küçük renk karelerini ayıran boşluklarda resim tuvali, "muşambası" seçilebiliyor, renk karelerinin arasındaki bu boşluk Neo-Empresyonist tablolara daha büyük bir berraklık aşılıyordu.
Georges Seurat birkaç büyük kompozisyon yaptıktan sonra genç yaşında öldü. Bugün İngiltere, Amerika ve Fransa müzelerinde bulunan eserleri arasında en ünlüleri "Banyo", "Grande Jatte adasında bir yas sabahı", "Sirk", "Kafe-Şantan" gibi noktalama tekniği ile meydana getirilmiş büyük çapta eserlerdir.
Neo-Empresyonist ressamlar
Georges Seurat (1859-1891) —Paul Signac (1863 -1935) — Henri Edmond Cross (1856-1910) —Charles Agrand (1854-1926) — Albert Dubois-Pillet (1845-1890) — Theo Van Rysselberge (1862-1923) — Maximilien Luce (1858-1941) — Lucie Cousturier (1870-1925).
Öncü Sanat
Herhangi bir dönemde ortaya çıkabilen ve yaratıcılık alanındaki yeniliklerin başında gelen sanatçıları bir araya getiren sanatsal hareket. XX. yy'ın başlarında Avrupa'da doğan fütürizm (İtalya), dadacılık (Fransa ve Almanya) gibi akımlar, ortaya çıktıkları dönemin estetik anlayışında bir devrim yapmaya giriştiler. Sanatçıların ve yazarların ortaklaşa benimsedikleri XIX. yy. mirasını (simgecilik, izlenimcilik, vb.) tüketme isteği, öncü sanat olarak nitelendirildi. Öte yandan.bu hareketler tarihsel koşullara sıkı sıkıya bağlıydı. Sözgelimi, yeni tekniklerin gelişmesi (otomobil, sinema, radyo, vb.) fütürist sanatçıların görüşlerinde, Birinci Dünya savaşıysa dadacılığın nihilizminde büyük rol oynadı. Öncü sanat başlangıçta, değişik alanlardan (edebiyat, resim, müzik.vb.) yaratıcıları, hatta kimi zaman uzmanları (iktisat, toplumbilim, dilbilim, vb.) bir araya getiren bir topluluk hareketiydi ve çalışmaları estetik ya da siyasal etkinliğin anlamı konusunda giriştikleri ve sürdürdükleri tartışmalar üstünde yoğunlaşmıştı.
Böylelikle söz konusu etkinliğin işlevi ve anlamı konusunun yeniden ele alınmasına yol açmıştı. Sözgelimi, fütüristlere göre resmin verileri, hem hız, hem de kentçilik açısından yeniden düşünüldü. Dadacılıksa kendiliğinden anlatım adına her türlü sanatsal girişimi yadsıdı. Rusya'da biçimcilik, yazınsal yaratıya kesin ve şaşmaz bir dil çözümlemesiyle yaklaştı. Gerçeküstücülük edebiyatı, hatta herhangi bir etkinlikten başka bir şey olmayan şiiri gözden düşürdü, ama Andre Breton ozana bir aydınlatıcı, bir öncü sanatçı görevi yükledi. Öncü sanatın görevini en iyi biçimde gözler önüne seren akım gerçeküstücülüktür; ayrıca her öncü sanatın, görevini yerine getirdiği ölçüde giderek geçirdiği dönüşümü de sergiler. Öncü sanat, gösterileri, müdahaleleriyle, ortaya çıktığı dönemin kültürüne, sanatsal ve yazınsal ürünlerine karşı çıkar.Olumsuz evreyi oluşturan yaratı ve bildirişim yollarının kökten altüst edilmesini (sözgelimi, Marcel Duchamp'm ready made'levi [hazır-yapıt]) yapıcı bir dönem izler: Sanatçılarının, düşünürlerinin yapıtları ardından öncü sanat yeni bir anlatım dili (sözgelimi, otomatik yazı), yeni yorumlar (sözgelimi, Sade'ıh gerçeküstücü açıdan okunması) önerir.
Parnasizm
Parnasizm, «Sanat sanat içindir.» anlayışına dayanarak plastik güzelliğe önem veren ve dış âlemin tasviriyle egzotik şeylere merak sardıran bir edebî akımdır.Parnasizm, nesirden çok şiir sanatı üzerinde gelişen bir ekoldür.
Parnasizm, sanatı sosyal hayattan ayırmış, eşyanın ve dış tabiatın dış görünüşüne bağlamıştır. Ahlâkın gerdiği utanç perdesini yırtıp parçalamış, gözünü bu perdenin arkasındaki plastik güzellliğe »dikmiştir. Bunun yanında, yabancı ülkelerin âdet ve sırlarına, manzaralarına merak sardırmış, oraların bu özelliklerini mısralarında yaşatmaya çalışmıştır.
1. Plastik güzellik :Parnasizmin plastik güzellikten anladığı şey, vücutların dış yapı estetiğidir. Parnasizm, ahlâk kurallarını ve sakınmaları bir kenara atmış, vücudu soymuş ve onun heykelindeki ahengi seyre dalmıştır. Vücudun dış yapısındaki çizgi ahenklerini, renkler arasındaki uygunlukları sanatın diline getirmiş ve bu renklerle çizgilerden bir vücut heykeli yaratmaya çalışmıştır. Duygu ve ihtiras gibi iç yapıya ait örgüleri sanatın dışına atıp, insanı sadece dış yapısnın çizgileri ve renkleri içinde düşünen parnasizm, şiirin dış yapışma, yani şiirin dış şekline tamlık vermek için büyük çaba harcamıştır.
2. Şiirde dış yapı sağlamlığı :Eşyanın dışına bakan parnasizm, şiirin de dışına önem vermiştir. Mısrada mânadan çok, kelimelerin mısra içinde sıralanışları sırasında meydana getirdikleri ritim ve ses ahengi önemlidir. Yunan ve Latin heykellerinde göze çarpan şey, nasıl duygu değil de mermerin lekesiz beyazlığı ise, mısradan alacağımız şey de duygu değil, kelimelerin yarattığı ahenk ve ritimdir. Bu düşüncenin etkisi altında panasizm, kelimelerin mısraa yerleştirilmesinde çok hassas davranmıştır. Bu sebepledir ki parnaslar, mısraı, güzel bir şekilde yanyana getirilmiş bir kelime cüzisi olarak kabul etmişler, onun özünde bir duygu aramamışlardır.Parnaslar, eski Yunan şiirine yön çevirdikleri zaman, Yunan şairlerinin, de duyguya önem vermediklerini, mısraı meydana getiren kelimeler arasındaki ses armonisini önde tuttuklarını gördüler.
3. Egzotik şeylere merak :Parnaslar, içinde yaşadıkları toplumun özüne bakmadıkları için, onları daha çok tabiatın dış manzarası ilgilendirmiş, bu arada yabancı ülkelerin, sanata elverişli manzaraları ve âdetleriyle meşgul olmuşlar, buralardaki güzellikleri sanata, yani şiire getirmişlerdir.Parnasizm, aslında romantizme karşı bir tepkidir. Onun marazı tutumu, karakterlerin peşinden sürüklenişi, sanatı toplumun kucağına teslim edişi, parnas sanatçıların hoşuna gitmiyiordu. Bu sanatçılar, nerede dıştan bir güzellik görüyorlarsa oraya koşuyorlardı. Bunun için yabancı ülkelerin manzaraları, özellikle Yunanlıların sanat ülkesi, bu sanatçılar için bitmez tükenmez bir kaynak oluyordu.
4. Tarihteki olaylara özlem :Parnaslar, kendi çağlarındaki sosyal çöküntüler karşısında, kendi tarihlerindeki yükselişlere karşı bir özlem duymuşlar, bu olayları dış yapılarıyla mısraın ahengi içinde yeniden canlandırmaya çalışmışlardır. Bir muharebe meydanındaki at nalı sesleriyle kılıç şakırtılarının, top seslerini şiirin sesinde duyurmaya özenmişlerdir. Aynı tutumu, parnas bir şairimiz olan Yahya Kemal Beyatlı'da da görüyoruz. Konunun karakterine göre mısrada veya şiirin tümünde ses meydana getirmek, parnasizmin baş tasasıdır.Bu dört esas temele dayanan parnasizm, güzelliği duygusuz saadetin bir sembolü olarak düşünmüş, güzelliğe duygu karıştığı zaman huzursuzluğun doğacağını ileriye sürmüştür. Huzursuzluk, saadetin düşmanıdır. Saadetin olmadığı yerde de güzellik barınamaz.
Parnasizm, nazım sanatını vezin ve kafiyeden, başka bir şey olarak düşünmemiştir. Bunun için de kafiyeyi tekerleme haline getirinceye kadar uğraşmıştır. Kafiyeye bu derece önem vermelerinin sebebi vardır. Kafiye, mısralar arasında beliren ahenk ve ritmin en son kabartısıdır. Mısralar arasındaki sesler kafiyelerde armonize olur.Realizmin ve natüralizmin pozitivist görüşünü, parnasizm de kabul etmekle, tabiatın ve insanın dış yapılışını objektif bir gözleme dayanmaktadır.Bir bakıma göre parnasizm, realizmin nazımda aldığı şekildir. Çünkü parnasizmde realizmin birçok motiflerini görmek mümkündür.Parnasizm, bizim edebiyatımıza Servet-i Fünun akımıyla girmiştir. Fakat tam olarak Batı parnasizminin karakteri ve ölçüsünde değildir.
Batı'da parnasizmin ilk habercisi Th. Gautier'dir. Onu takip edenler Banville ve Lisle'nin çevrelerinde toplanan kırk kadar şairdir.
Pop Art
İngiltere'de 1954-1957 yılları arasında ortaya çıkan, 1959'a doğru da A.B.D'nde yaygınlık kazanan bir sanat hareketini belirtmek için kullanılan ve ingilizce Popular Art'ın (halk sanatı, popüler sanat) kısaltılmış biçimi olan terim.
İngiliz-Amerikan kökenli olan Pop Art hareketi gerçek anlamda birkaç sanatçının çalışmasından doğmuştur.
İNGİLTERE'DE
Soyut sanattaki geleneksel akımları yadsıyarak, çağdaş dünyayı olumlu bir bakış açısından yakalayıp kavramaya çalışan ve doğrudan doğruya kitle haberleşme araçlarından esinlenen bazı ressamlar, çalışmalarını katıldıkları pek çok sergiyle geniş kitlelere sunma olanağı buldular. Bu sergilerden ilki olan ve 1955'te İnstitute of Contemporary Art'ta düzenlenen İnsan, Makine ve Harekette Richard Hamilton ve Eduardo Paolozzi'nin yapıtlarına yer verildi; bu sanatçılar yapıtlarında "teknik gelişmenin, kurgu-bilime özgü istek ve düşleri en sonunda nasıl yakalayıp giderdiğini" algılanabilir kılmaya çalışmışlardı. 1956'da Hamilton'nun Kim Günümüzde Yuvalarımızı Bu Kadar Farklı, Bu Kadar Sevimli Kılabilir?adlı kolajı.This is Tomorrovv (İşte Yarın) olarak adlandırılan sergide sunuldu; Hamilton bu yapıtında "kentteki popüler kültür"ün fiziksel ve düşünsel uzamını kesin bir biçimde vermeye çalışmıştı. Ama İngiliz Pop Artı'nın gelişmesi, popüler kültüre özgü otomobil, moda resimleri ya da reklam temaları gibi öğelerin, "nesnel" bir biçimde çoğaltılmasına bağlı kalmadı. 1957'ye doğru Amerikan soyut sanatının etkisiyle, aralarında Richard Smith'in de bulunduğu bazı İngiliz Pop Art sanatçıları, soyut sanata doğru evrim geçirdiler; nesnenin çevresiyle ilgili sorunlara duyarlı olan bu ressamlar, görüntüyü (ya da resmi) bir yere "yerleştirmek" ve bunu sözgelimi bir Monet'nin Nilüferler'i ya da büyük bir ekrana yansıtılmış bir film sahnesi gibi çekici kılmak istiyorlardı. Manş ötesi Pop Art sanatçıları arasında önemli bir yeri bulunan ve resim sanatında telmihlere ve alıntılara yer vermekte usta olan Peter Blake'in bu biçim kaygısından (Kendi Portresi, 1961) tümüyle kurtulduğu görülür.
A.B.D'DE
A.B.D'in resim tarihinde Robert Rauschenberg ve Jasper Johns'un yapıtları, soyut anlatımcılıktan Pop Art'a geçişi sağlar. Rauschenberg, resmin sanata ve yaşama bağlı olduğunu, her ikisinin de imal edilemeyeceğine inanır ve bunları birbirinden ayıran boşlukta bir şeyler yapmaya çalıştığını söyler. Böyle söylemekle de kendi benimsediği yolu tanımlar ve "Pop" yaratıdan doğacak bütün anlam belirsizliklerinin nerede yer alacağını (sanat ve günlük yaşam arasındaki boşluk) belirtir. Daha çok grafik sanatlara ya da reklam kompozisyonlarına özgü tekniklere başvuran ve New York'ta "Amerikan Sahnesi" için çalışa Roy Lichtenstein, Andy Warhol, Tom Wesselmann, James Rosenquist ve Claes Oldenburg gibi A.B.D. Pop Artı'nın öncüleri, her şeye karşın türdeş bir sanat hareketi oluşturmayı başaramadılar.
Hepsi de dikkatleri, açıkça normal zamanda kimsenin ilgisini çekmeyen, hatta küçümsenen şeylere çekmeye çalışıyorlardı.
PEPSİ-COLA YA DA GÜNDELİK SANAT
Lichtenstein, saldırgan bir üslupla (Pop Art'ın mizahı gizlidir) çizgi romanların görüntülerini büyütmüş; bunlardaki sert grafik özellikleri ve soğuk bir biçim anlayışı, belirginleştirilmiş bir optik tramın yarattığı karşıtlık etkileriyle, iyice vurgulamıştır (Good Morning Darling! [Günaydın Sevgilim!], 1964).Andy Warhol ise ele aldığı bir yüzü (Marilyn Monroe, 1962) ya da bir konserve kutusunu şaşmaz bir biçimde dizisel olarak yineledi ve böylece önem taşıyan ya da taşımayan A.B.D. yapımı her şeyin nesnel olarak projeksiyonunu ortaya koydu. Öte yandan Wesselmann, resimle kolaj, sanat tarihi (Matisse, Modigliani) ile reklamcılık arasında "yansıma" etkisi olarak adlandırdığı şeyi yakalamaya çalıştı (Büyük Amerikan Nüleri). Rosenquist de Rauschenberg gibi dünyanın dev bir resimden başka bir şey olmadığım düşünür; bu dev resim, sanatçının "köhne resim uzamından" kaçıp kurtulduğu bir resimdir. Claes Oldenburg de söz konusu uzamı kesinlikle yadsır ve "ben, Kool-Art, 7-Up-Art, Pepsi-Art, Sunkist-Art, Dro-Bomb-Art, Pampry-Art, San-O-Med-Art, 39-Cents-Art ve 9.99-Art'tan yanayım" der.
POP ART VE YENİ-GERÇEKÇİLİK
Fransa'da Yves Klein, Arman, Christo, Tinguely, Spoerri, Martial Raysse gibi, ürünleri geleneksel olarak soyut çalışan sanatçıların yapıtlarına karşı olan bazı ressamlar, 1960 yıllarında sanat eleştirmeni Pierre Restany' nin "yeni-gerçekçilik" olarak adlandırdığı akım çerçevesi içinde ele alındılar. Son derece ilginç olan, ama uzun süre Pop Art içinde ele alman bu hareketin, Pop Art'tan farklı olduğunu ve sanat ile gerçeklik arasındaki bağıntıları apayrı biçimde ele aldığını belirtmek gerekir.
Popülizm
Fransa'da 1929 yılında Andre Theri ve (1891-1967) ve Leon Lemonnier (1890-1953) tarafından kurulan ve gerek estetik anlayışı, gerekse işlediği konular bakımından doğalcılık (natüralizm) ile yakın ilişkisi bulunan edebiyat akımı.
Popülizm "kararmış ruhlar"ı, tekdüze, makineleşmiş bir işte çalışan yoksul insanların ve halkın yaşamını işler; doğanın geri kalan bölümü gibi insanın da aynı gerekircilik kuralına bağlı olduğunu gösterir. , Andre Therive 1927'de Şans âme (Ruhsuz) adlı yapıtını yayımlayarak popülist romanın bir örneğini vermişti.-Bu kitabın yayımlanmasından kısa bir süre sonra popülist diye adlandırılan akım doğdu ve bu akıma bağlı yapıtların derin bir özgünlüğü bulunduğu ve yapıtlardaki kişilerinse etkileyici, insanı sarsan özellikler taşıdıkları görüldü.
Bu akımın önde gelen yazarları, yüceliği olmayan işlere kesin bir biçimde bağlanarak makineleşmiş insanları anlatan Eugene Dabit (Hdtel du Nord [Kuzey Oteli, 1929]; Faubourg de Paris [Paris'in Kenar Mahalleleri, 1933]; Trains de vie [Yaşama Biçimleri, 1936]); işçi ve kenar mahalle yaşamını, yoksulluğu, insanın yarınına güven duyamamasmı işleyen Henri Poulaille'dır (Le Pain quotidien [Günlük Ekmek, 1930]; Les damnes de la Terre [Yeryüzünün Lanetlileri, 1935]; Les Rescapes [Kurtulanlar, 1938]). Eugene Dabit'nin (1898-1936) tekdüze görüntülerden, insan yüzlerinden, küçük öykülerden,' 'yaşamkesitleri' 'nden oluşan ve herkesin bildiği bir işçi otelinin çerçevesi içine oturtulmuş olan Hotel du Nord adlı romanı, popülizm akımının oluşması sırasında eleştirmenlerin ilgisini çekti. Bu yapıt, yerlerinden.yurtlarından ayrılmış, kalacak belli bir yeri olmayan, yaşamlarındaki en önemli şeyin yalnızca saçma bir iş olduğu insanların romanıdır. Yapıttan derin bir hüzün, bezginlik, ezilmişlik ve yalnızlık duyguları yükselir.
Aynı hava Henri Poulaille'nin (1896-1980) romanlarına da egemendir. Gerçekten de Poulaille'nin yapıtlarındaki kişilerin tümü, insanların, baskının, gecekonduların, bencilliğin, hastanenin, vb'nin kurbanlarıdır, olayların ve tarihin akışı içinde sürüklenirler. Poulaille, acıyı, düzensizliği, iş yaşamında ortaya çıkan anlaşmazlıkları ve kenar mahalle yaşamındaki havayı dile getirirken yalnızca işçi yaşamının sevinçlerini, bıkkınlıklarını, uğraşlarını, hak arama eylemlerini yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda, tüm bir dönemin kargaşasını da verir.
POPÜLİZM AKIMININ ETKİSİ
Doğalcılık geleneğiyle bir araya gelebileceklerine inanmayan Jean Prevost (1901-1944 [Rachel, 1932]), Andre Therive [Anne, 1932; Fils du jour [Zamane Çocuğu, 1936]) ve Leon Lemonnier (La femme şans peche [Günahsız Kadın, 1927]) bir "akademik" popülizm anlayışı oluşturdular. Bununla birlikte, bu hareket Louis Guilloux (1899-1980) [LeSangnoir (Kara Kan, 1935)] ve Louis-Ferdinand Celine'in (1894-1961) [Voyage au bout de la nuit (Gecenin Sonuna Yolculuk, 1932)] üstünde de etkisini gösterdi.
Realizm
Realizm, pozitivizmin etkisi altında, hayali ve duyguyu yenme akımıdır.Realizm, gerek akıl, gerekse hayal yolundan eşyanın ve tabiatın gerçeğine ulaşmanın mümkün olamıyacağma inanmaktadır. Aklın bulduğu ölçüler objektif değildir. Hayal ise zaten tabiatı bakımından gerçeğin zıttıdır. Bu sebeple insan kalbine ve toplum psikolojisine bu kanallardan girmek doğru olamaz. Çünkü verdikleri sonuçlar yanlıştır. O halde sanatta yapılması gereken şey, ilmin metodlannı kullanmaktır. Şimdi bunun nasıl olacağını anlamaya çalışalım :
1. Çevrenin insan üzerindeki etkisi :Realistlere göre, çevrenin insan üzerindeki etkisi çok büyüktür. Toplumun gösterdiği akış, fert olarak yaşayan insanı, birtakım âdet ve örfleriyle baskı altında tutmaktadır. İnsanın, istese de, istemese de toplumun akışına uymak zorunda olduğu, bir gerçektir. O halde her şeyden önce sanatçı, olayı, olayı yaratan kişilerin çevresini, iyi bir gözlemle tanımak zorundadır.
Çevremize bağlı maddî şeylerin insan üzerindeki etkisi umursanmayacak şey değildir. Örneğin düzenli bir eşya, insanın ruhunda bir rahatlık meydana getirir.Bu böyle olmakla beraber, insanın da maddî çevre üzerinde etkileri vardır. Bir odadaki eşya düzeni veya düzensizliği, sahibinin psikoloj isindeki düzeni veya dağınıklığı göstermesi bakımından çok önemlidir. Ruhsal bakımdan derbeder olan bir kimsenin giyimiyle, yönü belli olan davranışların sahibi olan bir kimsenin giyimi arasında büyük farklar vardır. Her ikisinin de giyimleri, aynı kumaştan aynı terzi eliyle yapılmış olsa bile, fark gösterirler. Birisininki daha düzgün, ütülü ve temizken, ötekininki daha dağınık, lekeli ve ütüsüzdür. Bu giyiniş farkları, onların ruhsal bakımdan dağınık veya toplu olduklarını gösterir.Bu açıklamalardan şu çıkıyor ki, realistler, klasiklerin «Çevrenin insan davranışları üzerinde hiçbir etkisi yoktur.» şeklindeki düşüncelerine karşı oluyorlar.Bu sebeple realistler, eşyadan iklime kadar her şeyin insan psikolojisine etki yaptığını kabul ediyorlar. Onun için gerek çevrenin, gerekse insanın dış yapısının tasvirine çok önem veriyorlar. Realistler, insanın dış yapısındaki önemli farkların, o insanın psikolojisinde büyük yansımalar yapacağını kabul ediyorlar. Bir insanın çirkinliğinin, kaba yapılı oluşunun, organlarındaki eksikliklerin, onu, çeşitli davranışlara sürükliyeceğini ileri sürüyorlar. Bu bakımdan da dış yapının tarafsız tasviri çok önem taşıyor.Kişinin de toplum üzerinde bir etkisi vardır. Sanatçının bunu da görmesi ve karşılıklı olan bu etkinin şiddetini ve derecesini gerçek ölçüleriyle görmesi gerektir.Sanatçı, vesikalara dayanan bu görüşlerini tarafsız bir tasvirle ele almalı, tarafsız bir anlatımla onun gerçekliğini ortaya koymalıdır.
2. Realizmde anketçilik :Realistler, olayın doğruluğunu ve şaşmazlığını sağlayabilmek için, o olayın nedenlerini anlamak maksadıyla anket açmışlar, özellikle birçok kadınlardan hâtıra defterleri istemişlerdir. Ayrıca samimî itiraflarını bildiren mektup göndermelerini telkin etmişlerdir. Bu alandaki davranışları bakımından Goncourt'ların, Flaubert'in hatırdan çıkarılmaması gerektir. Alphonse Daudet'nin yazacağı eserlere malzeme hazırlamak bakımından tuttuğu ve sonradan yayın alanına çıkan küçük not defterleri herkesçe bilinen bir şeydir. Yine Tolstoy'un bir muharebenin akışını, realist ve tarafsız bir görüşe bağlayabilmek için, günlerce at üstünde, elinde askerî harita olmak üzere, muharebe, meydanında dolaştığı herkesçe bilinir.Bütün bunlar gösteriyor ki, realistler, olaylara kendi hayallerinin arzusuna ve gücüne göre şekil vermiyorlar, olayın çevresini bizzat görmeye çalışıyorlar. Bu sebepledir ki Flaubert'in Madame Bovary adındaki romanının gerek olayı, gerekse bu olayla ilgili kahramanlarının hepsi gerçektir. Yani Madame Bovarynin olayı olmuş bir olaydır, kahramanları da gerçekten yaşamış kimselerdir. îkinci derecedeki olaylarla, bunlara bağlı kişiler de gerçektir.
3. Realizmde karakter ve töre :Realist bir sanatçı olduğu sonradan anlaşılan ve birçok realist sanatçıya ışık tutan H. De Balzac ve Tolstoy, romantikler gibi karakter üzerinde durmuşlardır. Balzac'ın karakter yaratmaktaki dehası, 1800-1850 Fransa'sını bütün canlılığıyla sanatta yaşatmıştır.Goncourt kardeşlerle bunlara paralel sanatçılar ise, karakter üzerinde durmamışlar, daha çok töreye bağlı kalmışlardır. Böylece realist sanatçılar arasında iki ayrı görüş meydana gelmiştir. Bu iki ayrı görüşe bağlı sanatçılardan töreciler, daha büyük önem kazanmış, realizmi gerçek anlamıyla bunlar temsil etmişlerdir.Karakter, romantizmde de gördüğümüz gibi, bir insanı öteki insanlardan ayıran özelliklerdir. Yani birinin ruhsal davranışlarının ötekilerden farklılığı, onun karakterini meydana koyar.Töre ise bir insanın, belli bir sınıf insanlarıyla olan benzerliklerini belirtir. Tabiî bu sınıf, o insanın bağlı bulunduğu sınıftır.Karakterle uğraşmak, yani onu tasvir etmek, kuvvetli insanları belirtmek; töreye bağlı kalmak da orta kabiliyetli insanları göstermek demektir.Realizm buradan harekete geçerek yüksek ve kuvvetli şahsiyetlerle meşgul olmamış, daha çok silik ve aşırı özellikleri olmayan kişilerin hayatını ele almıştır. Örneğin realizm için Napolyon hiçbir şey ifade etmemektedir. Buna karşılık küçük bir subay ve hattâ er, büyük bir önem taşımıştır.
4. Realizimde gözlem (müşahede) :Realistler, çevrenin çok kuvvetli ve objektif bir gözlemle incelenmesini isterler. Yalnız burada dikkat edilecek nokta, bu gözlem, yazarın kişisel ölçülerine göre olmayacaktır. Çevrenin gözlemi, olayın içindeki kahramanın gözlemine bağlı kalacaktır. Yani eserin kahramanı, bulunduğu çevreyi nasıl ve hangi taraflanyla görüyorsa, yazar, onun bu görüşüne bağlı ve sadık kalacaktır. Kendi görüşüne göre o çevreyi tasvir etmekten şiddetle kaçınacaktır. Çünkü çevrenin etkisi altında olayı yaratan kişinin gerçek davranışlarını sanata gerçek olarak aktarmak, ancak böyle bir tutumla mümkün olur.
5. Realizmde tasvirin önemi :Realistler, tasvire, romantiklerden daha çok önem vermişlerdir. Yalnız tasvirin tarafsız olması şarttır. Roman kahramanının şu veya bu şekildeki davranışları üzerinde, çevrenin büyük etki gösterdiği bir realite olarak kabul edilince, bu etkinin hangi bakımdan olduğunu ve kahramanın bu etki karşısında, davranışlarına nasıl bir yön verdiğini gösterebilmek için tasvire ihtiyaç vardır. Ancak tasvir yardımıyla, olayları kavrama gücümüz, sebepten sonuca doğru kayarak kişilerin psikolojik yapısına inebilir. Çünkü kişinin davranışları, çevresiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Kişinin âdet ve örfler karşısındaki tutumunu, yani bunlar karşısındaki esaretini veya kaçışını belli bir sebebe bağlamak zorunu vardır. Bu sorunları ortaya koyacak ve bir sonuca bağlayacak şey, tasvirdir.
6. Realizmde, dramın ve olayın en aza inmesi :Realizm; Neron, Napolyon gibi kişilerle ve bunların meydana getirdikleri çılgınlıklarla ilgilenmemiştir. Büyük maceralar, önüne geçilmez ihtiraslar realizmde yer bulmamıştır. Realist sanatçılar, daha çok çevrelerinin örf ve âdete bağlı hayat şartlarına uymuş, zamanlarının ortak güçsüzlüklerini, düşüncelerini, tasalarını taşıyan alelade insanları ile almışlardır.Dram, bir ihtirasa bağlı olarak meydana gelen bir aksiyondur. Neron, Napolyon ve benzerleri gibi kişiler aksiyonlarını ihtiraslarıyla yaratmışlardır. Halbuki alelade insanın aksiyonu yoktur. O, çevresinin etkisiyle hareket eder. Çevresi onu nasıl sürüklerse o da öyle gider. Fakat aksiyon sahibi, ehramını kendisi yaratır. Şu halde, madem ki aksiyon örf ve âdete aykırı bir davranıştır, realist sanatçıya konu olamaz. Çünkü bir insanın en alımlı tarafı, ihtirasının ayaklandığı ve ruhsal bir buhran içinde bocaladığı andaki olmasını istediği iş değildir. Onun en alımlı tarafı, belli bir davranışını gösteren her günkü alışkanlıklarıdır. Bu sebepledir ki realizm, doğrudan doğruya günlük hayatın içine girmiştir.
7. Realizmde dil :Realizm edebî üslûba çok büyük bir önem vermiş, anlatımın sağlam ve ölçülü olması için elden gelen gayreti esirgememiştir. Natüralistlerde olduğu gibi, kahramanı, bağlı bulunduğu sınıfın diliyle konuşturmamış, fikirlerin ve duyguların belirtilmesinde kelimenin edebiyattaki fonksiyonundan faydalanmaya çalışmıştır. Zaten tasvire çok önem veren bir sanat anlayışının, çevre ile düşünce arasındaki bağıntıyı belirtebilmek için, özentili bir dil kullanacağı tabiîdir. Bu böyle olmakla beraber, dile felsefî bir anlatım karakteri verilmiş değildir.
a) Realist romanlarda, yazar, romanın dışında kalmıştır. Yani romantizmde olduğu gibi, yazar kendi kişiliğini, roman kahramanının şahsında temsil etmemiştir. (Romantik eserin özünde, yazarının düşünceleri yaşar. Olay olduğu gibi değil, yazarın olmasını istediği şekilde meydana gelir. Romantik romanlarda çarpışan fikirler, yazarın kendi fikirleridir). Realist eserlerin ruhunda ve kahramanların kişiliklerinde sanatçıdan bir iz bulunmaz. Her şey objektif ve vesikalara bağlı bir görüşle işlenmiştir.
b) Esere hayal unsurlarını karıştırmak suretiyle onun örgüsünü gerçek dışı birtakım malzemeyle işlemek, sanatçıyı realizmin dışına iter. Realizmin karşısında hayalin hiçbir değeri yoktur. Çünkü hayal, hakikatin düşmanıdır. Hayal her şeyi yumuşak bir havla örtmekte, gerçeğin sert yüzünü kapatmaya çalışmaktadır. Halbuki gerçek, çirkin de olsa o haliyle görünmelidir.c) Realizmde sanatın gerek ahlâk, gerek din ve gerekse sosyal bakımlardan hiç bir gayesi yoktur. Yazarı bir ahlâkçı olarak düşünmek hatalıdır. Çünkü onun yaptığı şey sadece tarafsız bir gözlemdir. Onun için sanatçıyı, günlük hayatın içine giren, orada ne varsa sanata çağıran bir kimse olarak düşünmelidir. Açık olarak ortaya konan bir şeyin çirkinliği varsa, bu, o şeye aittir. Bunda sanatçının bir kusuru yoktur. «Tabiatı ahlâksızlıkla suçlamak, nasıl kimsenin aklından geçmiyorsa, gerçeğin çirkin taraflarını gösteren romanı da kimse suçlamamalıdır.»
Realizm, romantizme karşı bir tepkidir. Çünkü romantikler hayal gücüne dayanmışlar, hayatı olduğu gibi görmekten kaçınmışlar, kendi arzularına göre bir hayatın teşekkül etmesine çalışmışlardır. Halbuki hayat, ne klasiklerin akılcılığına göre şekil alıyor, ne de romantiklerin hayal kanatlanılın üstünde uçuyor. Hayat, kendi kanun ve nizamlarına göre, derin yatağı içinde, hiç kimsenin arzusuna boyun eğmeden akıp gidiyor.
Realizm 1850-1880 yıllan arasında yaşamış bir edebî akımdır Yaratıcıları Honore De Balzac, Tolstoy; karakterize edenler Flaubert, Goncourt kardeşler, Alphonse Daudet, Maupassant’tır. Bu arada E. Zola'yı da realistler arasına koyanlar vardır. Zola, realizmin kuruluşunda payı olmakla beraber, natüralisttir.
Ressam Gıtstay Courbet (1819-1879)'in "Realizm adını verdiği akım doğrultusunda yaptığı eserler,sanatçının ve toplumun kendi gerçeğine dönüşünün işareti sayılmıştır.Courbet, sanattaki amacının, kendi anlayışına göre zamanın görünüşünü ve fikirlerini yansıtmak olduğunu belirtir. İnsan olarak yaşamlardan yaşatmak istemiştir
Courbet'ten başka, daha önce değindiğimiz F. Millet, Hanore Daumiev (1808-1879) Realist hereketin önde gelenlerindendir.Yeau Baptiste Camille Corot (Koro), yaptığı açık hava manzaralarında ışık atmosfer olaylarını büyük bir ustalıkla yansıtmıştır. İzlenimci akıma zemin hazırlamıştır. Narmi Köprüsü, Mortefontaine Anıları eserleri arasındadır. XIX. yy. sonlarına kadar daha birçok sanatçı, Realizmin amacına uygun eserler vermiştir.
Romantizm
Romantizm, XVIII. Asrın ikinci yarısında, klasizme bir tepki olarak meydana gelmiştir. Romantizmin doğmasına, Fransa'daki siyasî çevre, sosyal dertler, rejim baskısı birer sebep olmakla beraber, klasizmin sanatçıyı sıkan ve kavuran kuralcılığı önemli rol oynamıştır. Romantizm'e göre Klasizm, sanatçıyı, kıskıvrak bağlamış, düşünce ufkunu daraltmış, yaratma gücünü frenlemiştir.
Fransa'da devlet idaresinin, halk üzerindeki derinliğine baskısı almış yürümüş; vergiler, idamlar, sürgünler, rüşvetler, dalkavukluklar şirazesinden çıkmış; açlık ve perişanlık milletin ensesine çökmüş; insanlık haysiyeti kökünden kazınmaya başlanmışken klasizm, hâlâ kendi kuralları içinde ideal insan lığın peşinde koşuyordu.
Sanatçı, bir milletin özünden çıktığı gibi, sanat da o milletin olgularından doğar. Halbuki klasik sanatçılar, halka sırtlarını çevirmişler, aristokrat sınıfın incelik ve zarafetine bağlı kalarak ruh kuyularının ağzına oturmuş, dibini gözetliyordu. Durum böyleyken romantik sanatçılar, sanatın ihtilâl bayrağını açtılar. Klasizmin 1660'dan beri sürüp gelen bütün kurallarını köklerinden söküp atmaya başladılar. Daha önce İngiltere ve Almanya'da başlayan bu hareket Fransa'da hızlandı, genişliğine ve derinliğine gelişti.
Victor Hugo, Lamartine, Vigny, Dumas Pere, Musset, Georg Sand, Saint-Beuve gibi sanatçılar, birbirlerinden ayrı karakterlere sahip olmalarına rağmen, büyük bir şevk ve heyecan içinde, romantizmin binasını kurmaya çalıştılar.
1. Tabiat sevgisi :Romantizm, klasizmde olduğu gibi tabiatı sadece aklın denetimine bağlı ruhsal davranışlar topluluğu olarak düşünmemiştir. O, Allah tarafından yaratılmış ne varsa hepsini tabiatın içinde düşünmüş ve görmüştür. Dağlar, taşlar, denizler, eşyalar, hayvanlar, insanlardan meydana gelen büyük kompozisyona gözünü çevirmiştir. Tabiatta ve hayatta ne varsa korkusuzca sanata çağırmış, onların yapısından kendi anlayışına göre şekiller çıkarmıştır.
2. Hıristiyanlık duygusu :Romantizm, hıristiyanlığa klasikler gibi dogmatik gözle bakmamış, onun şiire çok uygun düşen lirizmini içinde duymaya çalışmıştır. Aklın koymuş olduğu din kurallarını bir kenara itmiş, onun içine, duygu kanalıyla girmiştir. Çünkü hıristiyanlık, bütün insanlara iztırabı, hayatın ayrılmaz bir parçası olarak gösteriyor, buna tahammül etmenin sırlarını haber veriyordu. Hıristiyanlığa göre insanda iki varlık bulunuyor :
1. Ölümlü olan vücut varlığı
2. Ölümsüz olan ruh varlığı
Ölümlü olan vücut varlığı, ihtirasların ve iştahların esiri olan varlıktır ki yok olmaya ve çürümeye mahkûmdur. O din mitolojisine göre topraktan gelmiş, anası olan toprağa dönmek zorundadır.Ölümsüz ollan ruh varlığı ise, hayallerin ve heyecanların kanatları üstünde göğe doğru çekiliş halindedir.Bu iki varlık arasındaki zıtlık, dramın orta direğini teşkil ediyor. Hayatta sanatçının içine akan ıstırap, tesellisini yaşayan varlıkta buluyor ve ruhun derinliklerinde ilâhî bir çehre kazanıyordu. Hıristiyanlıktaki lirizm, şiirdeki lirizmle bir ahenk meydana getiriyor, böylece bir iman halinde ruhlara akıyordu.
3. Zıtlık (tezat) :Romantizm, tabiatta ve hayatta birbirine zıt ne kadar şey varsa, hepsini sanata getirmiştir. Sanatın gücü de bu zıtlığa dayanmaktadır.Gerçek aşkla fahişelik; diğergâmlıkla bencillik; ilkbaharla sonbahar; fecr ile akşam karanlığı gibi tezatlar romantizmde hayat bulmuştur.
4. Karakter :Klasizmde esas olan karakter değil Tip'ti. Romantizm, bunun tam tersine, karakteri esas olarak kabul etmiştir. Bir kimsenin başkalarınkine benzemeyen dış yapısı, romantikler için en alımlı tutamak olmuş, klasiklerin zıttına olarak kuvvetli tasvirlerle sanata getirilmiştir. İçgüdülere bağlı olan davranışlar, romantizmde öne çıkmış, derinliğine tasvirlerle insanların ruhsal farkları belirtilmiştir Kişilik, bütün insanları birleştiren zekâdan değil, insandan insana değişen ve her insanın özüne göre şekil alan duygudan gelir.
5. Marazîlik :Romantizmin niteliklerinden birisi de marazî oluşudur. Yani hasta bir edebiyattır. Bu şu demektir romantik sanatçılar, daha çok sarı renkten hoşlanmışlar, gözlerini bu renk üzerinde dinlendirmişlerdir. Yeşil yapraktan çok, sonbaharın dökülen sarı yaprakları; fecirden daha fazla akşamın sarı ufku ; aydınlıktan ziyade gölge; ateşli bir dudaktan daha çok veremli bir göğüs, romantik sanatçılara daha uygun gelmiş ve bir melankoli içinde bu konuları işlemişlerdir.Bu edebiyatın marazî oluşundaki sebeplerden biri de Fransa'daki büyük kanlı ihtilâlin birtakım felâketler içinde kaybolması ve bir yangın yeri gibi hiçlik göstermesidir. Ümidi kırılan sanatçı, tesellisini tabiatta bulmuş, göl ve nehir kenarlarına çekilerek bazan içini dinlemiş, bazan da tabiatın canlılığından hayat bulmaya çalışmıştır.
6. Dramatik oluş :Romantizme göre, her şey, sonsuz bir yokluğa doğru gitmektedir. Şimdi olan biraz sonra yoktur. Bir bakışıyla birçok gönülleri içinden sarsan gözler, ateşli öpüşleriyle sinirlere ateş salan dudaklar, zamanla ferlerini ve ateşlerini kaybediyorlar ; bütün güçleriyle hayatın dallarına tutunsalar bile, yine takatleri tükeniyor, tutundukları dalları bırakmak zorunda kalıyorlar. Birtakım saltanatlar, çılgınca aşklar, feryatlar, isyanlar, zindanlar, kurtuluşlar, sevinçler... durmadan yokluğa doğru akıp gidiyorlar. Bütün bunlar, sanatçıyı düşündürüyor ve hayatı büyük bir dram olarak onun karşısına dikiyorlar. Zaten hıristiyanlık, insanı, ölümlü ve ölümsüz iki varlığa ayırmakla dramın sahnesini kurmuş bulunuyordu.
7. Millî tarih ve yerli renk :Romantik sanatçılar, klasiklerin tersine, Ortaçağ'a dönmüşler, derebeylerin ve şövalyelerin ihtiraslarını, esrarlı şato eğlencelerini, korkunç zindanlarını, türlü entrikalarım, cellâtlarını, öğünçlü öğünçsüz sahnelerinin hepsini sanatın içine doldurmuşlardır. Bunlardan başka, olayın geçtiği yerin ve. zamanın bütün renkleri, kuvvetli tasvirler içinde romantik sanatı süslemiştir.
8. Tasvircilik :Klasizm, tasvire iltifat etmemiş, onu hayallerin anlatımına yarayan bir araç olarak kabullenmiş, aklın karşısında da hayalin yeri olamayacağından onu, bir anlatım aracı olarak sanata sokmamıştır. Romantikler tasvire sıkı sıkıya sarılmışlar, üslûbun en kuvvefli nitelikleri arasına koymuşlardır. Çünkü karakterin çiziminde tasvirin sihirli kudretine şiddetle ihtiyaç vardı. Bu bakımdan romantikler, ruh tahlillerine ve dış portrelere çoık önem vermekle birlikte, olayların zembereğini gösterebilmek için derinliğe inişlerde tasviri merdiven olarak kullanmışlardır. Bu sayede üslûp kuvvet, sanat da renk kazanmıştır.
9. Tabiatın sahneye girmesi :Klasizm yere ve zamana önem vermediği için, sahnede dekor diye bir çabaya düşmemiştir. Hattâ dekor, eserin ruhunu bozar, korkusuna kapılmıştır.Romantikler bunu böyle düşünmemişler, tabiatı olayın ayrılmaz bir parçası saymışlar, bir nehir veya göl kenarını, sahneye, konunun dekoru olarak getirmekle beraber, âdetler örfler ve giyimler tiyatroda önem kazanmıştır.
10. Romantizmde dil :Romantizmde nasıl iyi kötüyle, güzel çirkinle yanyana yaşayacaksa, dilde de bir sınırlama olmayacaktır. Nasıl tabiat ve hayat, olduğu gibi sanatın kapısından rahatça giriyorlarsa, bir dildeki herbiri bir fikrin anlatıcısı olan bütün kelimelerin de sanata girmelerinde bir sakınca yıoıktur. Şu halde güzel ve çirkin kelime diye bir ayırma yapılamaz. Eğer bir şeyi, sanat, malzeme olarak kullanmışsa, o şey kötü değildir. Bu görüşe bağlı olarak her türlü fikir ve duyguyu anlatmada gerekli olan kelime, romantizmin dilinde yer almış, anlatım, konunun karakterine göre daha renkli duruma gelmiştir.
Romantizm ilk denemelerini tiyatro alanında yapmış, daha sonra romana dönmüştür. Bu arada şiir de kendi yerini korumuştur. Victor Hugo, Hernani adındaki tiyatrosunu yazıp sahneye koyduğu zaman, klâsik sanatçılarla romantik sanatçılar arasında önemli bir çatışma oldu. Buna edebiyat dünyasında Hernani savaşı denir. Bu çatışmada romantizm, klâsizme karşı, sanatın bağımsızlık bayrağını çekmiş öldü.Romantizm, roman alanında daha çok eser verdi ve daha büyük bir başarı elde etti.Romantizmde yukarıda söylendiği gibi zıtlar çarpıştırılmıştır. Örneğin büyük bir vatanseverle vatansız bir adam, canavar ruhlu bir evlâtla müşfik bir anne, sıhhatli bir vucudun kahkahalarıyla veremli bir göğüsün iniltileri romantik eserlerde çarpıştırılmıştır.
Romantizm, alt kademedeki halka hitap etmemiş, konularını oralardan almamış, daha çok orta sınıfla yukan sınıfın mücadelelerinden seçmiştir. Anlatım, klasizme göre daha ağır ve daha sanatlıdır. Üslûp özentili ve şairane tasvirlerle süslüdür.
Romantik ressamlar, figürlere istenilen ifadeyi kazandırmak için çizgileri aşıp, biçimleri renk kitleleriyle ortaya koymaya çalışmışlardır.Romantizm, XVIII. ve XIX. yy.'da büyük çapta tutulmuş, Francisco de Goya, Theodore Gericault, Eugene Delacroix gibi önde gelen temsilciler pek çok eser vücuda getirmişlerdir.
Romantizm, manzara ressamlığının da önemini artırmıştır. Neoklâsiklerden bütünüyle kopup Romantizme yönelen B. Camille Corot (1796-1875), dönemin ünlü peyzajcısıdır. Bağlandığı şey, manzaranın arı atmosferi, gök yüzünün saydamlığı, tabiatın iç açıcı renkleridir. O da diğer Romantikler gibi sanatında duygularına öncelik vermiş, sanat için sanat yapmıştır.
Manzara resmine önem veren sanatçılar Barbizon yakınlarındaki ormanlara giderek resim yapmışlardır. Böylece 1830 Ekolü de denilen Barbizon akımının doğmasına yol açılmıştır. John Constable , W. Turner (1775-1851), R. P. Bonington (1802-1882), Theodore Rousseau (1812-1869) önde gelen manzara ressamları arasındadır.Manzara ressamı Contable'm çalışmalarım Francois Millet (Fransua Mile), manzaradan figüre geçerek, insanla tabiat arasındaki ilişkileri yorumlamıştır.
Manzara ressamları ele aldıkları konu (tabiat) ve bunda aslına bağlı kalınmasının bir gereği olarak gerçekçi (realist) sayılmaktadırlar. Kaldı ki, Realist resmin öncüsü Courbet, son yıllarında tabiatla ilgili çalışmalar yapmıştır.
Sembolizm
1885 yılından başlayarak 1902'ye kadar devam eden sembolizm, parnasizm'e bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.Sembolizm, kelimelerin musikisi ve sembollerin yardımıyla duyguların en küçük parçalarına inmeye çalışan bir edebî akımdır. Romantikler coşkunluk içinde bulunan duyguların peşinden, realistler ve natüralistler ilim metotlarının sert adımlarının arkasından gidiyorlardı. Parnaslar ise, eşyayı dıştan seyrediyorlar, onun sırrına girmiyorlardı.
Sembolistler, eşyanın dış yapısındaki sert görünüşten kaçıyorlar, onu gölgenin kucağında, kızıllığın ateşinde, kısık bir lâmbanın ışığında görmeye çalışıyorlardı.Charles Baudelaire in öncülüğünde Varlain, Rimbaud ve Mallarme'nin temsil ettiği sembolizm, duygu parçalarını, mısraı kuran kelimelerin ahengine oturtmaya ve bu duyguların düşünce yoluyla değil, ses yoluyla içe akmasını istemektedir.Güzellik, parnasların sandığı gibi her zaman plastik değildir. Duygulardaki güzellik, plastik güzelliğin çok zaman önüne geçer. Plastik güzellik sadece vücudun dış yapısına bağlı kalıyor. Halbuki bu güzellik bile, duygu yardımıyla anlaşılır. Güzeli güzel kabul eden şey, duygudur. Duygunun bu ayırma gücünü ihmal edemeyiz.
1. Hayal :Sembolizm, eşyayı kendi sert realitesi içinde görmekten kaçınmaktadır. Bakışlar eşyanın içte aldığı şekle çevrilmiş, dışarıdan içe akseden parıltılar seyredilmiştir.Her şeyi bir rüyadaymış gibi görmek, açıklık ve netlikten kaçmak, sembolizmin baş tasasıdır. Eşya bir sis perdesi arkasında kalamlı, hayalimiz onu nasıl görebiliyorsa öylece kabul etmelidir. Çünkü güneş ışığı gibi sert ışık altında eşyanın ince çizgilerini görmek mümkün olmakla beraber, kaba çizgilerini görmek de var. Halbuki gölge altında eşya, hayalin, güzeli anlayış yeteneğine doğru uzanır, işte hayalimizin teshil ettiği bu güzellik doğrudur.
2. Sükût :Sembolizm, çığırtkanlıktan şiddetle kaçınır. Onun için karanlıklara doğru çekilip giden ve silinen ses, hayatı sessizliğe doğru çeken aksamın habercisi kızıl guruplar, dinamizme fırsat vermeyen alaca karanlıklar, kendi haline bırakılmış eski parklar, «sararmış yapraklar, durgun sular, perdelerde gezinen gölgeler» sembolist şairin sanatını süsleyen şeylerdir.
3. Lirizm ;Sembolizme göre sanat fikre değil, duyguya hitabedecektir. O halde şiir, içimizde birtakım ürperişler meydana getirmelidir. Bu da ancak lirizmle olur. Lirizm, tabiat, sevgi ve ölüm gibi ortak temler üzerinde, şirin, kendi duyumlarını sevdalı bi şekilde anlatmasıdır. Lirizm bu olunca, şair, akşam kızıllığındaki bir tabiat parçasını, ya da perdede gezinen bir gölgeyi kendi duyumlarına göre, bizde bir estetik heyecan uyandıracak güçte anlatmalıdır.
4. Sübjektiflik :Sembolizmde şiir, hitab etmek veya tefsir edilmek için meydana getirilmiş değildir. Her okuyan kimse, şiiri, kendi ruhunun titreşim kabiliyetine ve kişisel yöneltilerine göre duymalı ve anlamalıdır, Anlama, şiirin fikrine ve maksadına ulaşma gibi klasik kavram içinde düşünülmemelidir. Duyma da, şiirden bir şey anlamadır. Sembolizm, şiirin duyumla anlaşılmasını ister.Sembolizmde sübjektifliği iki yönlü olarak düşünmek gerektir. Bunlardan birisi sanatçıdan, öteki de okuyucudan gelen sübjektifliktir. Sanatçıdan gelen sübjektiflik, sanatçının duyum gücüne, okuyucudan gelen de onun seziş gücüne bağlıdır.
5. Sözden daha çok musikiye yakın bir anlatım :Sembolizm, veznin kalıplarına sıkışıp kalmayı sevmediği gibi, kafiye mecburiyetinden de hoşlanmaz. Bunun içindir ki serbest nazım, sembolistlerin çağında ortaya çıkmıştır. Şiir, vezin ve kafiye kurallarına denk getirilmesi tasasıyla gelişigüzel kelimelerden kurulmamalıdır. Çünkü herhangi bir duygu parçasını sembolize edecek olan bir kelimenin, vezne ya da kafiyeye uygunluk göstermemesi bakımından mısraın dışına atması doğru değildir. Parnasizmin tersine olarak, duygunun tabiatına uygun düşen kelimeler seçilmeli, fakat bunlar kendi aralarında bir musiki ahengi yaratmalıdır. Mısra bir söz dizisinden çıkmalı, bir ses armonsi durumuna gelmelidir.
6. Sembolizm'de dil :Sembolizmde dil, herkesin anlayacağı bir nitelikte değildir. Oldukça ağırdır. Çünkü o, herkese değil, sanattan anlayanlara seslenmektedir. Onun için musiki gücü »olmayan kaba ve kuru kelimeler, mısraa giremiyorlar.
Soyut Resim ( Art Abstrait )
Yarım yüzyılı aşkın geçmişi ile "yeni" bir estetik olmaktan uzak, artık tarih çerçevesine girmiş, soyut -abstrait-, başka deyimiyle non-figüratif sanatın bugünkü yaygın gözde durumu karşısında bu akım üstünde uzunca durmamız faydalı olacaktır.
Soyut akım, hele son yirmi yıl içinde yalnızca resim kadrosu içinde kalmamış, biçim ve renklerle serbestçe oynaması, lojik yapılardan adamakıllı uzaklaşması sonucunda, heykeltıraşlık, mimarlık, süsleme ve bezeme, hattâ tiyatro dekor ve kostümleri sanatlarını etkisi altında bırakmıştır. Günlük yaşayışta kullanılan ev eşyası bile, bir bakıma, soyut anlayışa uymuştur.
Onu incelerken ilkin "soyut" sözcüğü üstünde durmamız gerek. Soyut sanat derken anlamsız bir söz oyunu, bir "paradoks" etkisi uyanabilir: her özlü sanat eseri ilkin soyuttur. Sanat ve tabiat bölümünde gördüğümüz gibi tablonun gerçekle ilgisi, klâsik, realist akımlarda bile uzaktandır. Soyut görüşün ürünü olmayan resim, aşağı bir kopyacılık, bir taklitçilikten öteye gidemez.
O halde resim sanatının son akımlarına neden soyut adı verildi? Bunlar soyut da ötekiler, az çok gerçeğe dayananlar değil mi?
Son akımların belli başlı yorumcularından biri olan Michel Seuphor soyut, non-figüratif sanatı şöyle formülleştiriyor: "Realiteden - gerçekten tam uzaklaşmış, realiteyi hiç bir şekilde hatırlatmayan eser soyut eserdir."
Bu formül bizi gereği gibi aydınlatıyor; her resim, her tablo tabiatı körü körüne kopya etmez, tabiatı yorumlar, yorumladığı için de hiç değilse yan yarıya soyutluk payına sahip olur. Ama geri kalan öteki payı somut elemanlarla doludur. Resimlenen biçimler tanınır, konu meydana çıkar. Seyirci, ressamın çizdiği şekillerde kendi dünyasının akislerini kolayca seçebilir. Tabiata yüzde yüz sırt çeviren görüşte seyirci çizgileri ve renkleri hiç bir normal şekle, objeye yakınlaştıramaz. Somut elemanlar yok olmuş, tablo "absrait", soyut, başka deyimle non-figüratif olmuştur. Figürsüz, suratsız, eski deyimle "suret" sizdir.
Soyut sanatın bu yüzyıl başlarındaki ilk eserlerini incelersek, onları Empresyonizmin ve Kübizmin bir ürünü, bir sonucu olarak görürüz. Sanatçıyı, dış dünyadan uzaklaştıran bu iki akım, hele Kübizm, realiteyi boşamış bir estetiğin doğuşunu kolaylaştırmış oldular. Çok kere güzel renk lekeleri ile yetinen, objelerin sertliğini atmosfer içinde eriten Empresyonizm, tablonun klâsik kuruluşu yerine yepyeni, titreşimlerle dolu bir teknik getiriyordu. Kübizm ise objeyi, eşyayı paramparça ediyor, geometrik düzeni prensip ediniyordu. Bu bakımdan Kübist görüş, somut olmaktan çok fazla soyut, entelektüel bir çalışma ürünü idi.
Soyut akım bu desteklere kolayca dayanabildi. Empresyonizmin renk lekeleri bugünün "tachiste" -lekeci- akımına bir başlangıçtı. Bunun en açık örneği Claude Monet'nin hayatının sonlarına doğru yaptığı "Nilüferler" kompozisyonudur. Paris'te Orangerie müzesinin çepeçevre duvarlarını kaplayan bu anıtsal resimde Monet, bahçesinin havuzundaki su çiçeklerini tasvir ederken, akşamın yarı karanlığında bulanık sularda yüzen nilüferleri belli belirsiz renk lekeleri halinde canlandırmıştı.
Kübizme gelince, Braque ve Picasso'nun paralel olarak yürüttükleri denemelerde realite, bir takım kırık çizgiler, geometrik düzenlemeler biçimine sokulmuştu. Rasyonel Kübizm, Pythagore'un matematik ölçülerine dayanarak tablo alanını ölçülü bir problem haline getirmişti. Kübizmin matematik ölçülere ve geometrik bölüntülere dayanan tekniğinde realite, belli belirsizdi. Yüzde yüz soyutluğa doğru büyük adım atılmıştı.
Rus asıllı Vassily Kandinsky'yi soyut sanatın kurucusu olarak vasıflandırabiliriz. 1910 da yayımladığı "Sanatta fikir akımları" adlı kitabı ile yeni estetiğin teorisini kuran Kandinsky, ilk sulu boyalarını o yıl meydana getirdi. Biçimsiz, suratsız resim yapma isteğinin kendinde nasıl doğduğunu Kandinsky yazılarında anlatmıştır. Akşamın alaca karanlığında atölyesine giren ressam, bir tablosunu duvara ters dayalı görür. Karanlıktan ve tablonun ters durumundan konusu seçilemeyen eser, salt biçimler ve lekeler halinde beliriyordu. Tablonun renk ve biçim güzelliğini bozmayan, aksine, belki de, arttıran bu durum karşısında Kandinsky, güzel biçim ve renklerin konuya, realiteye bağlı olmadıkları kanısına varmıştı.
Az sonra Almanya'da Franz Marc, Auguste Macke, Paul Klee ile tanışan Kandinsky, bu ressamlarla birlikte Der Blaue Reiter - Mavi Atlı grubunu kurdu. Vassily Kandinsky soyut estetiği birdenbire değil, gerçekçi çalışmalardan sonra benimsemişti. 1910 da soyut denemelere başlarken şöyle yazıyordu: "Sanatta yeni bir çağ açılıyor. Bu çağ kendine uygun bir çığır açacaktır. Resim sanatı, bundan böyle, kendi bünyesine, kendi yapısına has elemanlar kullanacak, olanın etki kudretine dayanacaktır. Çizgiler, renkler, renklerin sıcak, soğuk etkileri, sükûn yada hareket doğurucu karakterleri, düzler, eğriler, nokta ve yuvarlaklar, bütün bunlar resim sanatının kendine has elemanlarıdır. Bütün bunlar yeni resmin başlıca araçları olacaktır.
1912 de Çek Küpka, Rus Larionov ve Nathalie Gontcharova, Malevitch, Fransiz Elie Delaunnay ve karısı Sonia Delaunnay, Amerikalı Morgan Russel, Macdonald Wright, Hollandalı Van Doebsburg, Van der Leck, Piet Mondrian, İspanyol Picabia soyut akıma katıldılar.
Kandinsky ile işbirliği yapmış olan ünlü Alman ressamı Paul Klee'yi tam soyut bir ressam kabul edemeyiz. Klee, hemen hemen bütün tablolarında stilize edilmiş tabiat elemanlarını kullanıyordu. Soyut akım doğrudan doğruya suratsız biçimler üstüne çalışır ve tabiatla, dış dünya ile ilgisini keserken Paul Klee, "plâstik semboller" olarak vasıflandırabileceğimiz yarı soyut, ama çokluk objelerden nem kapan, yada doğrudan doğruya onları ele alan biçimler kullanıyordu.
Yirminci yüzyılın başında, 19 uncu yüzyılın fazla gerçekçi, natüralist, eğilimine tepki olarak billûrlaşan soyut, non-figüratif estetik, aslında, resim sanatına yepyeni, görülmemiş kıymetler getirmiyordu. Mağaralarda yaşayan ilk insanlar ya bu mağara duvarlarına, ya taşa ve başka eşyaya bir takım soyut şekiller çizmişlerdi. Prehistorik ve protohistorik çağların insanları bu şekilleri dinî törenlerde kullanıyorlardı. Uygarlık ilerledikçe, özellikle süsleme, bezeme sanatlarında ya tabiat elemanlarından stilize edilmiş, ya doğrudan doğruya soyut biçimler, şekiller kullanıldı.
Marcel Brion, "Abstre sanat" adlı eserinde, İslâm sanatının soyutluğu üstünde uzunca durarak şunları yazıyor:
"İslâm sanatında suratlı, figürlü resimler bol olmakla beraber, bu sanatın genel eğilimi açık, kesin olarak non-figüratiftir. Müslümanların soyut görüşe eğilimleri bir takım sebeplere dayanır. Ufuksuzluk, sonsuzluğa alışık çöl insanları kesin olarak formüle edilmiş, suretleştirilmiş ifadelere karşıdırlar. Çöl insanının göçebe oluşu, etrafındaki insan ve objeleri uzun zaman incelemesine engel olur. Bu zor onu, şematik, sentezci, soyut biçimler aramaya yöneltir. Böylece İslâm sanatı, realiteleri değiştirmiş, stilize etmiş, geometrik biçimlere büründürerek tanınmaz hale getirmiştir."
Soyut sanatın yorumcuları, sık sık, Leonardo da Vinci'nin bazı yazılarını anarlar. İtalyan Rönesans'ı sanatçılarının en entelektüeli olan Vinci, bugünün akımlarına pek uygun düşecek fikirler yürütmüştü.
"Ey, kıymetler arayan adam, diyordu Leonardo, tabiatın meydana getirdiği biçimleri oldukları gibi tanımak, kabullenmekle yetinme. Kendi hayalinde, müfekkirende -esprinde- resimlenen, beliren biçimlerin kökünü araştır."
Leonardo bu sözlerle: "Dış görünüşlere takılma, önemli olan gerçek değil, ressamın fikrindeki, entelektindeki gerçek." demek istiyor. Büyük sanatçı Resim Bilgisi - Traite de la Peinture'ünün bir yerinde, genç sanatçıya, bugünün soyut ressamlarına örnek olacak şu öğüdü veriyor: "Sıvası dökük, rutubet lekeleriyle örtülü eski duvarlar garip bir takım lekeler, formsuz şekillerle doludur. Tıpkı bulutlar gibi. Bu lekeler, bu soyut şekiller sana yeni yeni kombinezonlar aramayı ilham edebilir." Bu öğüt doğrudan doğruya "informel" e yönelmektir.
1910 dan bu yana soyut akıma bir çok yeni isim katıldı. Fransızlardan Bissiere, Dewasne, Esteve, Manessier, Singier, Gleizes, Herbin, Lapique ve Lanskoy, İtalyanlardan Magnelli, Affro Severini, Alman Hans Hartung, İngiliz Ben Nicholson, Joseph Peters, İspanyol Viera de Silva, Hollandalı Bram van Velde, Türklerden Nejat Devrim, Selim Turan, Sabri Berkel, Hakkı Anlı, Mübin Orhon bu akımın belli başlı temsilcileri oldular.
Sürrealizm-Gerçeküstücülük
Sürrealizmi Türkçe'ye "gerçeküstü akımı" olarak çevirebiliriz. Bu akım, Empresyonizm, Kübizm, Fovizm gibi teknik plânda devrimler çerçevesine uyan ekollere doğrudan doğruya "duygu" sistemine önem veren, onunla var olan bir hareket kimliğine bürünüyor.
"Duygu" kelimesini, geniş anlamını belirtmek için tırnak içine aldık. Sürrealizm konusunda "duygu" dan söz açılırsa rüyaları, hayalleri, bilinçaltı dünyamızın garip, anormal, mantıksız itişlerini, seksüel kompleksleri, ruh derinliklerinden kopup türlü şekillerde kendini gösteren, çoğu boşuna çabaları, benliğimizin dışarıya verilmemiş, gösterilmemiş gizli, kapalı yönlerini anlamak gerektir.
Bu bakımdan Sürrealizmi, Sigmund Freud’un "psikanaliz" konusundaki araştırmalarının, vardığı sonuçların sanat plânında gösterisi olarak kabul edebiliriz.
Sürrealistler, insanlığın kuruluşundan beri maddi dünyaya paralel olarak gelişen ve çok kere bu dünyayı yenen gizli duyguları, inançları, mitolojinin, sihirbazlığın, gizli bilimlerin, efsanelerin, korkunç hayal dünyasının resim plânında temsilcileri oldular.
1920 de "Sürrealizmin Manifesto" sunu yayımlayan şair ve yazar Andre Breton bu akımı şöyle vasıflandırıyor: "Bana kalırsa en kuvvetli Sürrealist imaj -resim, görünüş, olay v.s. en ileri aykırılık, karşıtlık derecesine yükselmiş olanıdır. Sürrealist eser aykırılıklarla, zıtlıklarla, gerçekle her türlü bağı kesmiş, yitirmiş olarak kendini gösterir. Sürrealizm hayal dünyasının tercümesidir, o hayal dünyası ki içindeki gerçekçi elemanlar soyut, soyut elemanlarda gerçek olabilir. Sürrealizm'de gerçeğin normal açısı büsbütün kapanmıştır."
Amaç bu sözlerden iyice anlaşılıyor: Sürrealizm gerçekle bütün bağlarını kesmiş, ruh derinliklerine inerek fizik üstü dünyamıza ulaşmıştır.
Hepimiz rüya görürüz. Bu rüyalarda, Breton'un işaret ettiği gibi normal olaylar, normal objeler, imajlar bulunabilir. Ama bunlar öylesine mantıksız, öylesine anormal olarak birbirlerine bağlanmıştır ki rüya bizi, alıştığımız dünyanın çok ötesine, "fantastik" bir hava içine sokar. Zaten, rüyanın çekiciliği, bazı rüyaların etki kudreti onların bu fizik üstü kimliklerinden ötürü değil midir?
1. Çağrışım metodu :Freud'dan ilham alan edebiyat sanatçıları, insanın şuur altını öğrenebilmek için, onu, hipnotik uykuya salmak suretiyle, şuurunun altındaki gizli duyumlarının şuur alanına çağrışımım yapmışlardır. Daha açık anlatımla, ona rüya gördürmüşler ve gördüklerini uykulu bir durumdayken söyletmişlerdir. Bu şuur altından elde edilenleri, o kişinin uyanıkken yazdığı otomatik metinlerle karşılaştırma yapmışlardır. «Hiptonizma tecrübesi, alt şuur bakında basit bir ankettir.»
2. Otomatik metin elde etme :Zihnin kendi üzerine dönmemesini sağlamak, iç-dış etkilerden tamamıyla sıyrılacak bir yerde bulunmak ve utanma, sıkılma gibi insanın duyumlarının yönünü değiştirecek baskılardan korkmamak şartiyle kalemin ucuna gelenleri (noktalama işaretleri gibi fikir ve duyguyu kesen, bölen nesneleri bile kullanmadan) kâğıt üzerine geçirmeye otomatik metin elde etmek diyoruz. Bunu hipnotik uykuya salınacak insanın kendi kendine yapması gerektir. Bunu yaparken insan, kendini o derece çevresinden ve aklından ayrıcak ki, ahret korkusu bile içinden kaçmış bulunacak, bir ölümün hürriyetiyle metni meydana getirecektir.
Şiir ya da nesir yazarken bile bu şekilde davranmak, sürrealizmin baş tavsiyesidir. Sürrealist sanatçıya göre, bu iki metodla elde edilen sonuç, gerçek insanı ortaya koymaktadır. Bu bakımdan bir kimsenin sevaplarının yanma günahlarının; ahlâka uygun, sandığımız davranışlarının yanında ahlâk dışı davranışlarının da bir edebî eserde yer alması icabeder.
Sürrealizmin bu çekici tutumu yanında, insanın, bir hayvan serbestliği ve utanmazlığı içinde yaşamasına imkân bulunmaması, yapmacık da olsa insanın bazı noktalarda duygularını ve davranışlarını frenlemesi gerektiği; aksi halde insanın öteki yaratıklar karşısında kazanmış olduğu değer hükümlerinin ortadan kalkacağı önemli birer gerçektir. Bu yönden sürrealizm tenkide uğramıştır.Sürrealistler şiiri bir akıl ve irade işi saymıyorlar. Şiiri içimizin derinliklerinde gizlenmiş, tesadüflerle dışarıya çıkan birtakım duygu ve düşünce parıltılarının sertleşmiş şekli olarak kabul ediyorlar.1924 yılından başlayarak tutunmaya çalışan sürrealizm, metodunun ağırlığı dolayısiyle yaygın bir durum kazanamamıştır. Fakat bütün sanatlar içinde birçok sırlan ortaya koyması bakımından, ötekilerine ışık tutmuştur.
Resimde Sürrealizmin ilk sergilerinde dikkati en çok çeken ressam Salvador Dali idi. Dali garip bir dünyanın sisli olaylarını, objelerini, yaratıklarını her türlü mantık düzeninden uzak, tablolarında canlandırıyordu. Kadın vücutlarından çekmeler çıkıyordu. Bunlar, kadınla dolap arası acayip yaratıklardı. Çöl manzaraları içinde zürafalar yanıyor, çıplak kadın, erkek vücutları türlü deformasyonlar -değiştirmelerle- kamburlaşıyor, çolaklaşıyor, yada ancak desteklerle ayakta durabiliyordu. Ağaç dallarına çamaşır gibi yumuşamış salkım salkım saatler asılıyordu. Sahillerde, kayalıklar arasında dikiş makineleri yerleşmiş, dekorla bir türlü bağdaşamıyorlardı. Dali yan yana gelince en uygunsuz görünen, en bağdaşamayan eşyayı umulmadık tertiplerle bağdaştırıyor, hayal kapılarını ardına kadar açıyordu.
Gerçekten bu kadar uzak bir estetiğin gerçekle ilgisiz bir teknik kullanması beklenebilirdi. Oysa tam aksine olmuştu. Sürrealistler yüzde yüz gerçekçiliği, klasik geleneklere bağlı bir gerçekçiliği seçmişlerdi. Bunun derin bir sebebi vardı: resmedilen biçimlerin tanınması gerekti. Soyut bir teknik kullanılsa idi o garip yaratıklar, o garip, anormal bağdaşmalar nasıl başarılacaktı? Dali'nin ve öteki Sürrealistlerin inceden inceye işlenmiş bir teknikleri vardı ve bu işçilik bulutları, denizi, dağları, taşları, insan vücutlarını değme realistlerden daha sadık bir titizlikle taklit ediyordu. Ama bu taklitçi, bu gerçekçi teknik Sürrealist tablolarda hiç de klâsik sanatın gerçekçiliğini hatırlatmıyordu. Çünkü resmedilen objeler, yaratıklar, manzara ve konular o derece garip, anormal tertipler içinde idiler ki, tabloya bakan seyirci otomatik olarak bir rüya ve hülya ülkesine dalmış bulunuyordu.
Sürrealizm yalnız resim plânında değil, belki daha da kuvvetle edebiyat alanında da uzun zaman hüküm sürdü. O kadar ki bugün sürrealist eğilimin öldüğü gününü geç, devrini kapattığı söylenemez. Bir bakıma her sanat, az da olsa, sürrealizm'den, yani fizik üstü dünyadan, hayal ve rüyadan pay almaz mı?
Sürrealist ressamlar
Salvador Dali (1904) - Yves Tangy (1900) - Rene Magritte (1898) - Max Ernest (1891) - Georgio de Chirico (1888) - Andre Masson (1896) - Joan Miro (1893) -Man Ray (1890).
Yeni Roman
Geleneksel anlatı biçimlerine (özellikle geleneksel roman anlayışına) karşı çıkan bazı yazarların oluşturduğu edebiyat hareketi.
Yeni romanın başlıca temsilcileri, yani Alain Robbe-Grillet, Claude Simon, Michel Butor, Nathalie Sarraute ve Robert Pinget, günümüzde romanın ne olması gerektiği üstünde anlaşmaktan çok, "romanesk" yanılsamanın iç yüzünü ortaya dökerek geleneksel öykülemenin yapılarını kırma isteğinde birleştiler. Proust, James Joyce, Virginia Woolf gibi öncülerden kaynaklandıklarını söyleyen bu yazarlar, ruhsal çözümlemeye, kronolojiye, olaylara dayanan ve aşılmış bir dünya görüşünden, yani XIX. yy'ın görüşünden kaynaklanan romanesk aygıtı söküp dağıtmaya çalıştılar. Bundan ötürü anlatıyı, çizgisel ve nedensel kronolojiyi, insan davranışını temsil eden roman kişilerinin yaratılmasını Balzac'ın birçok taklitçisinde görüldüğü gibi) reddettiler. Bir içerikler ve gerçekler dünyasına (bunlar üslup ve "yetenek" sayesinde göz önüne seriliyordu) boyun eğen yazarın ancak ikincil bir rolü olduğunu kabul etmediler. Robbe-Grillet şöyle yazıyordu: "Dünyaya ilişkin herhangi bir şeyi, çözümleme biçimi içinde düşünmeyi kabul etmiyorum. Yalnızca biçimleri düşünmek istiyorum. Benim romanlarım düşünce kaynaklı değildir; yaşam kaynaklıdır."
Bakış Okulu
Yeni roman, insanbiçimciliği, her zaman bir öznelliğe göndermesine karşın, yansız olmaya çalışan bir bilinçle ortadan kaldırmaya yöneliyordu. Bundan ötürü yeni romanın ayırt edici özelliği betimlemedir. Her çeşit hümanist ve eğretilemeli, anlamdan yoksun bir dünyada, ancak tam anlamıyla gerçekçi bir yazı, yani her şeyden önce dünyanın nesnelerini tanımlamaca, sınırlamaya ve tartmaya yönelik bir yazı, evrenin ve insanın sürüp giden varlığını açıklayabilir gibi görülüyordu.
Yeni romanın ortaya koyduğu betimleme biçimini, XIX. yy edebiyatının, örneğin Balzac'ın ya da doğalcıların betimleme biçiminden iyice ayırt etmek gerekir. Robbe Grillet'nin dediği gibi, XIX. yy- edebiyatının "koyduğu tarzda şeylerin ağırlığı, yerine oturmuş ve sağlam bir evren oluşturuyordu ve bu dünyadan yola çıkılabilirdi. Ayrıca bu evren, 'gerçek" dünyaya benzediği için romancının yarattığı olayların, sözlerin ve davranışların haslığı konusunda güvence veriyordu." Oysa bunun tam tersine yeni romanda "kimi zaman hezeyana yaklaşan şaşmazlık kaygısı (...) dünyanın, en maddesel görünümlerinde ve hareketsiz gibi görünmesinde bile hareket dolu olmaklığmı engellemiyor (...).Hem katı hem değişken, hem göz önünde hem düşlerde, hem insana yabancı hem insanın düşüncesinde yaratılmakta olan, aslında maddenin ta kendisidir." Robbe-Grillet'mn yeni romanının çifte anlamlılığı, yani Roland Barthes'ın belirttiği gibi bu yazarın hem bir "eşyacı" ve "hümanizmsizleştirmeci" hem de Bruce Morissette'in dediği gibi insan ruhunun irdeleyicisi ve bir "hümanist" olması işte bundan ileri geliyor.Yeni romanın bütün yazarlarında betimleme, Robbe-Grillet'nin belirttiği yeni ve temel yeri tutmasına karşın, her yazar bu alanda farklı bir tutum izledi. Robbe-Grillet, yaygın edebiyattan (özellikle polis romanından) bazı şemalar alıp çağımızın büyük konularının (erotizm, şiddet) iç yüzünü ortaya dökmeye yönelirken Nathalie Sarraute, bilinçdışımızın "uyuyan suyu"nda süre giden "ağır ve ince çözülmeleri" en ince ayrıntılarıyla ortaya koymaya çalıştı. Claude Simon ise konunun (ve yapıtın temel "kişisi" nin), dilin kendisi, yani yapı olduğunu -dilin araç olmadığını- ve bu dilde "bir dünya deneyimi''nin dile geldiğini söyledi. Michel Butor'un verimiyse çağımızın hem sözsel hem de törensel ve teknik biçimlerinin, yeni bir mitler ve öyküler topluluğuna gönderen çok geniş bir dökümü elmaya yöneldi.Eski bir parşömendeki gibi yan yana ya da üst üste konmuş uzun düzyazı parçaları olan Robert Pinget'nin öyküleriyse, aynı gündelik dili irdeleyip durdu.
Yeniler Grubu
İlk sergilerini 28 Mart 1940'ta, Gazeteciler Cemiyeti'nin Beyoğlu Lokali'nde "Liman Resim Sergisi" adıyla düzenleyen ve Türkiye'de toplumsal gerçekçi sanat anlayışının yaygınlaşmasında etkili olan sanatçılar grubu. Bu ilk sergiye, başta Nuri İyem olmak üzere, Kemal Sönmezler, Avni Arbaş, Selim Turan, Abidin Dino, Agop Arad, heykelci Faruk Morel ve afiş sanatçısı Yusuf Karaçay katıldılar. 1941'de düzenlenen ikinci grup sergisinde Abidin Dino yer almadı. Buna karşılık Fethi Karakaş, Mümtaz Yener, Haşmet Akal ve Ferruh Başağa gruba katılan yeni sanatçılardı. Yeniler, özellikle akademi çevresi dışındaki yazarların, edebiyat ve bilim adamlarının büyük desteğini gördü. Bu yazarların başında, toplumsal gerçekçi akımın öncülerini Resim ve Cemiyet (1942) adli kitabıyla savunan, yüreklendiren Hilmi Ziya Ülken gelir. Kitap, grubun bir tür "bildirge"si yerine geçmiştir. Yeniler adı altında ilk sergilerini liman konusu üstünde yoğunlaştırmış olan grup ressamlarım, H.Z. Ülken, "Milli resmin can damarına parmak basmış" sanatçılar olarak görmüştü. H.Z. Ülken'e göre, ülkenin bunalımlarını ve acılarını yaşamadan, sorunların ve insanların içinde bulunmadan yapılmış yapay bir edebiyat, "milli" olmaktan ne kadar uzaksa, bu yolda bir resim de "milli" olmaktan aynı derecede uzak olacaktı. Ülke insanını yurt doğallığı içinde görüp yansıttığına inandığı grup, H.Z. Ülken'e göre, Türk sanatında yeni bir dönemin açıldığını haber vermekte ve "aydınlık bir ufuk" göstermekteydi. Yeniler Grubu 1945'e kadar çalışmalarını etkin bir biçimde sürdürdü, 1952'de dağılmaya ve Türkiye Ressamlar Cemiyeti'ne katılmaya karar verdi. Grup üyeleri, 1950'yi izleyen yıllarda toplumcu amaçlardan uzaklaştılar; bir bölümü soyut resme yönelirken, bir bölümü de çalışmalarına belli bir süre ara verdi. Nuri İyem, 1960 yıllarına kadar sürdüreceği soyut çalışmalarını, bu tarihten sonra noktalayacak, portre türünde yoğunlaşan ve 1940 dönemi resimlerini anımsatan eski anlayışına dönüş yapacaktır. Selim Turan ve Ferruh Başağa da soyut çalışmalara yönelen sanatçılar arasındadır. Akademide Leopold-Levy'nin atölyesinde yetişmiş olan Avni Arbaş, 1946'da gittiği Paris'te çalışmalarını özgün arayışlara zemin hazırlayacak bir yolda sürdürdü. Grubun ilk sergisinde portre türündeki resimleriyle dikkati çekmiş olan Turgut Atalay, İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda dekoratör olarak görev aldı, buradan emekli olduktan sonra yeniden resme döndü. Mümtaz Yener, grubun dağılmasıyla film çalışmalarına ağırlık verdi, 1970 yıllarındaysa yeniden toplumsal içerikli resim anlayışına döndü. Grup üyelerinden Selim Turan, 1947'den bu yana çalışmalarını Fransa'da sürdürmüştür.
Konular
- Olympia
- Günaydın Mösyö Courbet
- Madonna
- Empresyonizm Sanat Eleştirisi
- İzlenim
- Dans Sınıfı
- Folies Bergere Barı
- Van Gogh (Kulağı Kesik)
- Ebru Sanatı
- Ünlü Ebrucular
- 2011-2012 İnönü Üniversitesi Yetenek Sınavları Tarihleri
- Osman Hamdi Bey
- Müze'de Sanat Eğitimi
- DÜNYA’DA ve TÜRKİYE’DE MÜZECİLİĞİN TARİHSEL GELİŞİMİ
- BIBIANA ÇOCUK MÜZESİ
- SANATSAL DÜZENLEME ÖĞE VE İLKELERİ
- SANATIN YAŞAMA KATTIKLARI VE İNSAN YAŞAMINDAKİ YERİ
- SOKAK'TA SANAT MI ?
- ‘Soba Müzesi’
- Türk Resim Sanatı Tarihi
- Güncel Sergiler
- SANAT AKIMLARI
- 2012 sergileri
- RESSAM NUR ATAİBİŞ 21 NİSAN’A KADAR “…VE ÖTESİ” DİYOR…
- Nur Ataibiş kimdir
- FOTOĞRAF VE HAKLARIMIZ
- 'Şiddet Siz' sergi açıldı
- En pahalı rüya!
- E-Okul
- Okul kayıt sistemi ile merak edilenler! e-Kayıt nasıl olacak?